Aralık 20, 2012

Aç gözünü Hak ile bak
Oku Hüdâyî'den sebak
Kâmil olurmuş ehli-i Hak
Doğmazdan evvel anesi

Kasım 28, 2012

“zikru’s salihin tenezzül-ür rahmet” buyurdu Peygamber Efendimiz. Salihleri zikretmek ilahî rahmetin inmesine vesiledir. Şimdi o Sahabe-i Kirâmın isimlerini duydukça, Hz. Peygamber’den (sav) onların bahsini duydukça daha bir içimiz coşacak. Niçin? Hz. Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’den, sadece O’ndan bahsetsek, hiç sahabesinden bahsetmesek aynı zevki alamaz mıyız? Alamayabiliriz. Niçin biliyor musunuz? Bunu da şimdi soru olarak havale etmeyelim, daha ilk sorunun cevabı gelmedi. Şöyle cevap vereyim. Bir soru sorulsa, eskiden sorarlarmış, altı tarafı da ayna olan saray hangi saraydır? Yani öyle bir saray var ki altı tarafı da ayna. Nerdedir bu saray diye sorarlarmış eskiden. Bunun cevabı nedir? Züleyha’nın sarayıymış. Züleyha’nın sarayının altı tarafı da aynaymış. Niye? Her baktığı yerde Yusuf’u (a.s) görmek için. Sahabe-i Kirâm Hazerâtı da Peygamber’in ashabı da ayineler gibidir. Her birinden farklı bir güzellik olarak görürüz biz. Hz. Ebû Bekir sıddîykın sıddîkiyyetinden, Hz. Ömer Efendimizin fârukiyyetinden, Hz. Osman Efendimizin hayâsından, Hz. Ali Efendimizin irfanından, cihadından behreyab, nasibdâr olmayan insanlar Hz. Peygamber’i müşahade, anlama, ondaki güzelliği fark etme noktasında muhakkak eksik kalırlar. Onların her birisi ayinedir. Her birinde ayrı bir güzellik olarak zuhur eder."

Muhabbet Bağı'ndan

Kasım 22, 2012

zaten her insanın ağır bir yükü var

"Eğer edeple bakmayı bilirsek halkın içindeki güzellikleri fark edebiliriz. Böyle bakarsak da kimseyi incitmeyiz. Fakat bizim incinmemeye de dikkat etmemiz lazım. Çünkü incindiğimiz zaman karşımızdakine Allah katında bir yük yüklemiş oluyoruz. Zaten her insanın ağır bir yükü var, ona bir yük de biz yüklemeyelim."

Belkıs İbrahimhakkıoğlu

Kasım 07, 2012

The movie in another movie

It was a dark and hot summer night. There was a man who was walking on the strees. He wanted to go to the BİM in order to buy a bottle of Le' Cola. He came across a strange man with a gun. He became shock. The strange man wanted him to give his wallet. He started to sweat.
Firstly, he didn't want to give his wallet because he had to bring a bottle of Le'Cola to his family. After that, the robber pointed his gun at him..
He said that "Give me either your life or your money." He thought about it and said to himself Le'Cola is important but life is vital. He decided to give his wallet. The robber took his wallet. Next, the robber said "It was a joke. I deceived you." The man became furious because BİM was about to close. He took the robber's gun immediately and pointed it at him. He said "What the hell did you do? I won't be able to buy a bottle of Le'Cola for my children and family." Joker replied "I am begging you, please don't kill me. I have three young children, it was a joke." The man did not believe and killed him.
A voice was heard from someone. He was a director. He said cut. It was flawless, he prepared for the next scene.

* Hiçbir değişiklik yapılmadan aktarılmıştır.

Kasım 04, 2012

"unuttum bildiğimi doğarken
umudum ölmeden hatırlamak "

Ekim 20, 2012

tasfiye şart

nedir bu çektigim senden
gönül, derdin hiç bitmiyor
yediğin darbelere bak
bu da mı sana yetmiyor gönül

her çiçekten bal alırsın
her gördügünle kalırsın
sen kendini ne sanırsın
belki birgün uslanırsın gönül

uslan artık deli gönül
bak gelip geçiyor ömür
uslan artık deli divane gönül

dünya sana kalır sanma
geleceği dünden sorma
hergün gördügün rüyayı
aldanıp da hayra yorma gönül

hepimiz bir misafiriz
zaman gelince göçeriz
ecel acı can alırken
her şeyimizden geçeriz gönül

uslan artık deli gönül
bak gelip geçiyor ömür
uslan artık deli divane gönül

kuş sesleri

Hayatta bazen, saray bahçesindeki tel örgülere takılan güvercin gibi hissedilen anlar vardır. Aslında uçabilecekken, o kabiliyet size bahşedilmişken, ayağınıza takılır bir şeyler. Etrafınızdaki güzelliği görürsünüz ama bir el, kutlu bir el sizi çekip kurtarana kadar çırpınmak, acı verir. Yine de, kanat seslerinizi duyan olacaktır elbet. Çünkü çırpınmakla kurtulunmaz, ama kurtulanlar kanat çırpanlardır. Uçun kuşlar, uçun doğduğum yere..

Ekim 12, 2012

Allah'ın sevgili kuluysam demek ki

Bugün derste öğrencilerimden biri, "Hocam arabamın bagajından bir şey getirebilir miyim?" dedi. Peki dedim. Geri geldiğinde elinde bir kasa Niğde gazozu vardı. Sınıftakilere dağıttı, dersimizi işledik. Sonra ders bitti. İşte benim hikayem.

Ekim 10, 2012

Beleğa’l-ulâ bi kemâlihî

Beleğa’l-ulâ bi kemâlihî
Keşefe’d-dücâ bi cemâlihî
Hasünet cemîu hısâlihî
Sallû aleyhi ve âlihî

http://youtu.be/qGTAfR88kbg

Eylül 30, 2012

şeytan ayrıntıda gizlidir

"şeytan ayrıntıda gizlidir" lafının aslının medeniyetimizin âdeti gereği çok daha zarif bi şekilde söylendiğini yeni öğrendim. şubat dizisinden öğrenmiş oldum bi şekilde, ilgililere tişikirlir.

"ifrit, teferruatta mahfuzdur."

bunu elzem olan zarafette yazamadım ama, not olarak yazmış olayım dedim en azından.

Eylül 23, 2012

+ bana esmeyi anlat.

- esme ebe vardı ben küçükken
- dedemlerin köyünde
- kördü
- 103 yaşındaydı
- her yıl gittiğimizde ölmüş mü diye bakardım evine gidip
- öldü sonra bi ara

Eylül 20, 2012

anlaşılan o ki pek anlaşamamışsınız

Öğretmenlik mesleğine adım attığımdan beri kendimde de çevremde de gözlemlediğim çok önemli bir sorun var. İnsanlar bir konu anlattıklarında, kendilerine bahşedilen, emanet edilen bilgiyi karşıya aktarmaya çabaladıklarında, ağızlarından “Anladın mı?/Do you understand me?” sorusu çıkıveriyor. Başıma gelmişliği, sonradan düzeltmişliğim var. (İngilizcesini yazdım çünkü İngilizce konuşurken durum daha vahim olabiliyor ve ben İngilizce öğretmeniyim.)

"Anladın mı?” sorusunun iticiliği karşısında tüylerim diken diken oluveriyor. Oysa bir şey anlatırken karşıdakinden bir geri bildirim almak ihtiyacını herkes hissedebilir. Konuyu aklınızda aşamalara bölmüşsünüzdür ve bir aşamanın sonunda, ilerleyebilmek, bir sonraki aşamaya geçmek için o bilgiyi hakkıyla anlatıp anlatmadığınızı teyit etmeniz gerekir. Bu soruyu samimiyetle sorduğunuzda, karşınızdaki kişinin gözlerinden, yüz ifadesinden anlarsınız konunun anlaşılıp anlaşılmadığını. Laf olsun diye sorulmaz yani bu soru. Bir nevi “kem küm” ifadesi değildir, size zaman kazandırmaz. Çok kullanırsanız anlamını yitiren söz öbeklerinden oluveriyor kendisi çünkü.

Peki “Anlatabiliyor muyum?” sorusunun bundan farkı ne? Maksat bilginin aktarıldığı kişiye sormaksa, “Anladın mı?” sorusunun ne mahzuru var denilebilir. Bu iki sorunun arasında kocaman bir kültür, edeb farkı yatıyor sanki. Karşısındaki insanı kendi egosuna rakip görmeyen, bilginin kendisine ait olmadığını bilen, anlaşılmayan bir husus varsa ilk olarak kusurun kendisinden kaynaklandığını düşünen biri, “Anlatabildim mi?” diyecektir. Ama maalesef günümüzün “ben her şeyi bilirim, bu işin uzmanıyım, üstelik senden üstünüm, kusuru önce kendinde ara” insanı için ikinci seçenek çok daha uygun.

Bilmem anlatabiliyor muyum? / Do I make myself clear?

Eylül 07, 2012

Roma kralı Neron'a egosavar mahiyette mektup


Dört sene evvel okuduğum "Quo Vadis" romanının sonlarında bir mektup vardı. Roma'yı yakan kral Neron'a, "zarafet hakemi" lakaplı, piyasada sanattan en çok anlayan kişi olduğu için büyük saygı duyulan devlet adamı Petronius'un ağzından yazılmıştı. Roman boyunca Neron'un sanattaki ısrarından ve kabiliyetsizliğinden çok çeken, müthiş keskin zekası sayesinde kelleyi kaybetmeden idare eden Petronius, en son bir mektupla veriyordu ayarı! Ben de çok severim böyle ayarlı atarlı şeyleri, yalan değil. Petronius karakterine de hayran olmuştum zaten. Üşenmeyip bir kağıda not almışım bu mektubu. Yıllar sonra bulup mutlu oldum. Gerçi bazı tam anlayamadığım cümleler oldu, çeviriden belki, ama çok mühim değil.
Neron'u dövse daha iyi olan mektup şöyle:

**
"İmparator'um, geleceğim günü sabırsızlıkla beklediğini, vefalı bir dost kalbiyle gece gündüz bana iştiyak çektiğini biliyorum. Sevgini ispat için beni hediyelere gark etmek, muhafızların komutanı yapmak, Tigellinus'u da tanrıların kendisi için mukadder kıldığı yere, yani Domitius'un zehirletilmesinden sonra sana miras kalan arazinin katır çobanlığına tayin etmek niyetinde olduğunu da biliyorum. Fakat Hades aşkına ve oradaki ananın, zevcenin, biraderinin, üvey oğlunun ve Seneca'nın ruhlarına yemin ederim ki davetine icabet edip yanına gelemeyeceğim. Hayat çok kıymetli bir hazine, ben o hazinenin en değerli cevherlerini seçip aldım. Fakat hayatta öyle şeyler var ki, ben bunlara tahammül edemiyorum. Ananı, kardeşini, karını öldürdüğün, Roma'yı yakıp mahvettiğin, memleketin bütün şerefli insanlarını Erebos'a gönderdiğin için sakın öfkelendiğimi zannetme! Hayır! Ey Kronos'un torununun torunlarından olan imparator, ölüm beşerin alınyazısıdır, zaten senden başka ne beklenebilir ki! Fakat şarkılarınla kulaklarımı daha fazla tahriş etmeye, kuru bacalarının üstündeki Domitien karnınla raksedişini iğrene iğrene seyretmeye, şiir okuyuşunu dinlemeye, oyunlarına, inşatlarına, ey kenar mahalle şairi, dinlemeye artık tahammülüm kalmadığı gibi, bende ölüme karşı bir iştiyak bile uyandırdı. Seni dinlerken Roma kulaklarını tıkıyor, cihan seninle alay ediyordu. Bense artık daha fazla hacalete dayanamayacağım. Vakaa cehennem bekçisi üç başlı köpek Serberus'un havlamasında, senin şarkı söyleyişine benzer cihetler olabilirse de hiçbir vakit bu hayvandan hoşlanmadığım için, onun sesinden dolayı utanç duymaya lüzum görmeyeceğim için o köpek beni pek rahatsız etmiyecektir. Sana afiyet temenni ederim, fakat şarkı söyliyeyim deme! Cinayet işle, fakat şiir yazma! İnsanları zehirle, fakat raksetme! Şehirleri yak, fakat saz çalma! İşte zarafet hakemi sana bu temennilerde bulunuyor ve son olarak bu dost öğütünü veriyor."
Petronius
**
(MEB yayınları, sayfa 710-711)

Ağustos 26, 2012

kibrin oku sinem deler

insanın içindeki dışarıya karşı saklayamadığı en bariz şey kibir. belki de tek şey. şehvetini, cehaletini, içindeki boşlukları çok güzel saklar da kibrini saklamak mümkün olmaz. güzel bir iş yapıyor, güzel bir söz söylüyor olsa da çok güzel görünen ama kötü kokan bir yemeğin tadının kalmaması gibi, o kibir de sirayet eder karşıdakine ve tat bırakmaz. o kokudan habersiz, dışarıdan nasıl göründüğünü düşünen insan fark edemez durumu, insanlar yiyecek zanneder.

kibri bu kadar çıplak bırakan şey belki diğerlerinin de benlik sahibi olmalarıdır. benlik ortak kabul etmez. "bende olan onda da olsun" demez. hatta "bende olan onda olmasın" der direkt. "bende şu var, sende yok" diye sessiz olsa da bas bas bağıran kişiye "hayır sende de yok" der benlik ve buna delil arar. o delili bulması da zor olmaz. "ben şuyum" diye bağıran kişinin o olmadığını kanıtlamaya çalışırsın ister istemez. ama kendi halinde duran kişinin ne olup olmadığını sorgulamazsın pek. belki de o yüzden insanın içindeki diğer kirler o kadar da dikkat çekmezler. kibir karşıdakinin damarına basıp, onu sana karşı saldırıya geçirtmektir bir nevi.

bu durumda insanların kibrine tahammül edebilmenin yolu ya kendi benliğini bırakmak yada sevmektir.


niye soldaki geri zekalıyı değil de iron man'i tercih ederim? her ikisi de eşit derecede kibirli belki de. ama kaptanın her hali sinirimi bozarken iron man'in kibirli halleri aksine hoşuma gider. birçok nedeni vardır ama konuya örnek olabilecek iki şey geldi aklıma; bir, hayranlık uyandırıp kendi benliğimi devre dışı bırakması. iki, seviyor olmam. hayranlık uyandırmak "bende var ama sende yok" diyen adama eyvallah dedirtiyor, benliği aradan çıkartıyor. iron man'i oto sanayideki kaynakçı olarak görüp şu saygıyı duymasaydım "adam mısın lan" diyebilirdim. kibirde zirve olmuş kişilerin peşinden gidenler, duydukları hayranlıktan ve saygıdan ötürü öyleler belki.
diğer ihtimal hakkında söylenecek pek bir şey yok. sevince kötü şeyler bile sevimli geliyor. behzat ç. birçok açıdan kötü bir karakter olarak kurgulanmasına rağmen bu kadar seviyor oluşumuz gibi. başka bir karakter aynı şeyleri yapmış olsa "vay şerefsiz" derdik.

insanların kibrine tahammül edebilmenin yolu ya kendi benliğini bırakmak yada sevmektir dediydim. bu nasıl mümkün olur bilmiyorum. uzun vadede mümkün görünüyor belki ama şimdi zor. çünkü kötü kokan her yemek iştahı da kesiyor. kibir içeren her şey sevgiyi baltalıyor, kendinden soğutuyor. zehir panzehire baskın çıkabiliyor. bunca kibri içinde eritebilecek sevgiye kadeh olacak temizlikte bir kalbi ara ki bulasın. herkesin aniden ermesini bekleyemeyeceğin için "ben bir benliğimi öldürüp de geleyim,siz bekleyin burada" diyip kaçasın geliyor. çünkü gerçekten çok sıkıcı burası.

Schopenhauer'un kirpi örneğindeki gibi gel git yaşıyorsun. “Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilem, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü." Sonra ulaşılan denge hali de mesafeli oldu. Tam bir kardeşlik,arkadaşlık vs olmadı. Başka oklar olunca görmezden gelmek daha mümkün oluyor ama en zoru kibir oku herhalde. Kendi okunu dahi kıramadıysan başkalarının oklarına tahammül edemiyorsun.

"İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız."
(Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56)

bu okları kırmadan nasıl birbirimize yaklaşıp sevebileceğiz, iman edeceğiz?

neyne'l yakîn?

filmin konusunu bildin ilme'l-yakîn
filmi seyrettin ayne'l-yakîn
filmde oynadın hakka'l-yakîn
ben sade örneği bilip gerisine temas etmem, neyne'l yakîn?

orasını bilemiyorum. pek de yakîn olmasa gerek.

Ağustos 24, 2012

Devlet yapar da teyze yapamaz mı?

Birincisi 80 yaşındaki İspanyol teyzemizin meşhur restorasyon çalışması, ikincisi ise İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ile Başbakanlık İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından restorasyonu yapılan Kılıç Ali Paşa Camii. Aradaki temel fark şu: birincisi benzetme amacı gütmüş, ikincisinde öyle bir tasa yok, "zaten yangın da çıktı, vur boyayı, ortaya da çiçek miçek yap gitsin!" mantığı işlemiş. Teyzem son derece masum, lakin öteki işin sahibi şeddeli eşşekleri bi temiz sopalamak istiyorum ben. Hakkım var bence.


not: Kılıç Ali Paşa Camii fotoğrafları Celaleddin Çelik'e aittir. Haberdar eden Mustafa Selçuk Erarslan'a da teşekkür ederim.

Ağustos 13, 2012

nereden nereye?

Nitekim cenîn ya‘nî rahm-i mâderde olan bahçe-i insan meselâ üçüncü erbaîne dâhil olup üç şehri istikmâl ettikte ona rûh menfûh olur. Ya‘nî onda ta‘biye olunan nefs-i ilahî zuhûr bulur, yoksa hâriçten gelmez. Ve bâtın-ı insan-ı kâmile gelen feyz dahî böyledir.

Vahy-i ilahî dahî bundan fehm oluna. Ya‘nî münzel aleyh olan kalb-i nebevî asılda levh-i mahfûz-i hakîkîdir. Ve levh-i mahfûz dedikleri onun sûretidir. Zîrâ, her ne makûle kemâl ki vardır sırr-ı insana îdâ‘ olunmustur. Pes, Cebrâil’in ol vahyi levhten beyti’l-izzeye ve oradan kalb-i Muhammedî üzerine tenzîl ettigi -ki ona vech-i âmm derler- mahzâ teşrîf-i nebevî içindir. Ve illâ onun mahzeni kalb-i nebevîdir. Onun için vakt-i tenzîlde kelimât-ı Kur’âniyyeyi telaffuzda isti‘câl ederdi.

Bunun hâriçte bir misâlî budur ki sultân Süleymân-ı Evvel gününde müftî Ebu’s- Suûd sultân-ı mezkûr nâmına tefsîr tahrîr ettikte ol tefsîri zîb ve zînetü ve âlây ile huzûr-i pâdisâha haml ettiler. Ma‘a-hâzâ pâdişâh ol tefsîri şîrâze-bend tekmîl olmazdan mukaddem eczâsını görmüs idi. Fe’fhem cidden.

Tuhfe-i Recebiyye
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri

Ağustos 10, 2012

Hz. Ali, zaman zaman Resûl-i Ekrem’le birlikte Kâbe’ye gider, orada namaz kılarlardı. Ashaptan Afîfi Kindî, alışveriş maksadıyla geldiği Mekke’de, henüz iman etmemişken Peygamberimiz, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi namaz kılarken görmüştü. Müslüman olduktan sonra, o hallerinden gıbtayla bahsederek şöyle demiştir: “Ben, o zaman iman edip de onların dördüncüsü olmayı ne kadar isterdim!”

Fırsat bu fırsattır diyip namazı ibadeti tehir etmemek lazım. Muhammedî nurla tanıştıktan sonra hemen o nura teslim olmak lazımdır.“Ben onları gördüğüm halde tehir ettim. E şimdi kılıyorum namaz ama bak o zaman kılsaydım ve iman etseydim dördüncü Müslüman olma şerefine erecektim. “ sözü bize neyi hatırlatıyor? Ey şuanda Hz. Peygamber muhabbetini taşıyan kişi! Tehir etme ileriye. Sen ileride namaz kılarsın, ileride haccedersin, ileride oruç tutarsın ama geçmiş namaz geçti. Geçmiş oruç geçti. Bak bu senenin orucu geçti. Bir dahaki seneye oruç tutarsın. O, o senenin orucu. Bu seneki? Bak gitti. Ey Muhammedî nurla tanışanlar! İbadet ve tâatınızı tehir etmeyiniz. Aldığınız, tattığınız bu zevki hemen ifa edecek şekilde amel ediniz. Zira, işte sahâbe-i kirâmın, o şerefli zâtların bile zamanında bazı şeyleri yapamadıklarına dövünmelerini üzülmelerini düşünün de siz vaktinizi nakde çevirin, mahrumiyet çekmeyin.

Muhabbet Bağı'ndan

Ağustos 06, 2012

Kafka'yı sevelim, o bizi sevmese de


Kafka'nın "Açlık Sanatçısı" adlı oldukça çarpıcı bir öyküsü var. Bir panayır yerinde, kafesin içinde yaşayan, sürekli oruç tutan ve zayıflığıyla, yemeye karşı olan iradesiyle görenleri hayrete düşüren bir "sanatçı"dan bahseder. Onun sanatı yememesidir. Sonra gün gelir, oruç tutarak yapılan gösteri demode olur. Çünkü insan değerleri eskitmekte, heyecanını yitirmekte acımasızdır. Sanatına beklediği ilgiyi göremeyen sanatçı ise muhtaç olduğu bu ilgiyi çekebilmek için orucunun dozunu giderek artırır, ta ki son nefesine dek. Kendi fiziki varlığından vazgeçecek kadar hırslarının esiridir çünkü.

Öykünün belki de en çarpıcı kısmı son kısmıdır. Açlık sanatçısı ölür, onun yerine aynı kafese bir panter koyarlar. Oldukça sağlıklı, heybetli, asil ve güzel bir hayvandır. Büyüleyici, parlak postuyla görenleri hayran bırakmaktadır. Bizim rahmetli sanatçıdan daha çok ilgiye mazhar olmaktadır ama bu ilgi onun umurunda bile değildir. Orası onun için esaret yeri değildir. Oldukça güzel beslenmekte, kafesin sahibi olarak ortada keyfince salınmaktadır. Panter ilgiye muhtaç değildir. Öyle hırsları, egosu yoktur.

Çevreme bakıyorum ben. Çevreyi severim. Güzel insanlar tanıyorum, insanları da baya severim. Aşırı bencil ve müthiş hırslı olup etrafına sürekli mutsuzluk saçan insanlar var. Onlara üzülüyorum. Yaşıyorlar, hatta senden benden daha canlı gibiler. Hırsları sapasağlam, egoları oldukça sağlıklı. Dünyevi varlıkları bedene bağlı değilmiş, bulundukları vücutlar göçüp gitse de bunlar dünyaya kazık çakacakmış gibi. Öyle kocaman “BEN”ler var ki, böyle kan emici gibi bir şey, tüketiyor insanı. O hırs denen şey ise keskin sirke. Mevzubahis küpün zarar görmesi ise kaçınılmaz. "Ne kendi etti rahat, ne âlem buldu huzur," hesabı kendisini de başkalarını da mutsuz edip durur bunlar.

Mesela açlık sanatçısı hiç mutlu olmuş mudur diye düşünüyorum. Daha fazla fark edilmek, daha fazla hayran olunmak isteyen bir varlık. Bu çeşit bir hırs sonu olmayan bir şey değil midir? Mutluluk ve huzur belli bir doygunlukla gelen şeyler olsa gerek. Böyle bir tutkunun erişebileceği bir doygunluk seviyesi olabilir mi? Hayran sayısının artmasından bir haz duyacaktır elbette ama bu geçici değil midir? Daha fazlasını mutlaka isteyecektir. Asla tatmin olmaz ki. Kendi icra ettiği sanatın önemli olduğuna ve en fazla ilgiyi görmesi gerektiğine çok emin. Hak ettiğini düşündüğü ilgiyi göremediğinde ise hayatından vazgeçecek noktaya geliyor. İnsanların ilgisi onun için her şey. Bunun için tereddüt etmeksizin ölür! Nitekim öyle de oluyor. Düşünsenize, ne acayip… Bedensel varlığın bile bu denli geri planda olması şaşılası şey.

İnsan çok ilginç bir şey. Açlık sanatçısı da çok ilginç, çok insan. Ölürken bile devam ediyor orucuna gözleriyle. Kafka da bunu yazabilmek için insanlara çokça şaşırmış olmalı. Ama o insanları hiç sevmemiş, üzmüş hayatına tüm girenleri de. Belki kendince haklıdır sevmemekte ama gene de keşke sevebilseymiş. Belki de bütün mutsuzluğuna ilaç sevgisi olurmuş. “Dünyada çok fazla umut var ama biz insanlar için değil” demiş. Yani panter için umut var, ama sanatçı için yok. Dünyadaki acımasızlığı umutsuzca kabullenmiş. Neyse, kısmet. Faydacı düşünürsek, o zaman da bütün bunları yazamayabilirdi. İyi olmuş, yazmış. Sevelim Kafka'yı, o bizi hiç sevmese de biz sevelim.


Not1: Mübarek ramazan gününde ramazan orucuyla burada bahsi geçen orucu karşılaştırma kısmını size bıraktım. :)
Not2: Bu hikayeyi okumama vesile olan hocam Meltem Gürle güzel bir insandır.

Temmuz 28, 2012

Tuhfe-i Recebiyye'den

Kimse bilmez zâtını ey şâh-ı rusül
Hayret-i kübrâda kalır akl-ı kül
Çün sana etti tecellî zât-ı Hakk
Gül-i ruhin üzre araktan bitti gül
Câm-ı feyzinden içen sermest olur
Neyler ona meclis-i sahbâde mül
Şer'ini rehber eden bulur tarîk
Gerçi çoktur Hakk'a her yüzden sübül
Gayra açmaz çeşmini âşık olan
Sendedir vâllahi billahi gönül
Gelir handen çün kim aldın bûy-ı Hakk
Ağlama ey Hakkı bu gülşende gül

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri

Temmuz 23, 2012

Akra Fm- Ramazan Sohbetleri

Henüz multimedya kısmında kaydı konulmamış programlardan biri Ramazan sohbetleri. Her akşam 21.10 - 21.40 arası yayınlanıyor. Aynı sitede yer alan diğer sohbetlerin kayıtlarına rahatlıkla erişmek mümkün. Radyo dinlemeyi seven bizim kuşak için. Bilhassa Mahmud Esâd Coşan Hocaefendi'yi özleyip, sesini yarım saat duymak isteyenler için. http://www.akradyo.net/programdetails.aspx?p=341

Temmuz 20, 2012

tasarım şeysi

büklümcüğüm de mevcut tasarımın gayet güzel olduğu konusunda fakirle hemfikir olunca, siz sevgili hanımkardeşlerime sus payı olarak yazıların arkaplanını siyahtan griye çevirdim. yeterli midir?

Temmuz 19, 2012

olsun

İçimin bütün çiçeklerini topladım sana
Boynu kırık, bak, sesi yarım hepsinin
Alıver de efendim, şahidim olsun.

İçimin öyle fırtınaları var, yol iz bilinmez
Bir kayığa atlayıp, ah, teskin etsen
Geliver de efendim, gönlüm huzur bulsun.

Aşk pazarı kurulmuş, herkes ederin bulmuş
Alıp ciğerim omzuna, ne olur, sen gezdirsen
Satıver de efendim, canım pahasına olsun.

Temmuz 18, 2012

malumat-edep ekseni



"Bugün insanı es geçerek malumata ulaşmak derdi başladı. Malumat arttı, edeb kayboldu. "




Blogda gezerken Berk kardeşimin paylaştığı bu sözü gördüm ve aklımdan geçenleri düzene koymak, sizlerle de paylaşmak istedim. Sosyolog bir teyze olarak premodern ve modern dünyanın tahsil anlayışını karşılaştırdım aklım fikrim elverdiğince. Baştan söyleyeyim, ben pek modernist sayılmam. Taraflı olacak biraz. Mantıklı eleştirilere de açığım bu hususta.


Şimdi premodern sistemden söz edelim:


Kafamda hayali bir şeyler canlandırmaya çalışayım. Biraz abartayım da belki. 16. yüzyılda, Ortadoğu'da bir yerlerde olalım mesela. Bir hocamız olsun. Bir hususta çok bilgili. Astronomi olsun mu? Olsun hadi. Sen de astronomi ilmine merak salmış bir gençsin. Hoca da pek huysuz bir yaşlı amca olsun. Bu amcaya "talebe" olmak arzusundasın, kendisinden bilgisini talep etmektesin. Ancak işbu amcanın seni tedrisine kabul edeceğinin garantisi yok. Ki kabul etmiyor da. Tipini beğenmemiş olabilir. Ama sen de ısrarcısın, o rasathaneye girmek ve gezegenleri, yıldızları öğrenmek istiyorsun. Kapısında yatmalar, yalvarıp yakarmalar, araya adam sokmaya çalışmalar (torpilcilik zamandan münezzeh olsa gerek) falan filan... En sonunda seni kabul ediyor. Lakin şartlar var; rasathanenin temizliğini sen yapacaksın. Hoca titiz, en ufak bir toz bile olmayacak etrafta. Ve ancak hocanın canı istediği zaman sana bir şeyler öğretecek. Bu ilişkide para alışverişi yok. Hoca isterse sana yıllarca bir şey öğretmeyecek ama o temizliği sen yapacaksın. Bir yerde toz görüp dövse seni, kovsa, ağzını açıp bir şey diyemezsin. Çünkü o adama talebe olmak istemekle ona bazı haklar verdin. İlk olarak, onun senden daha bilgili biri olduğuna iman ettin ve onun bu ilişkideki otoritesini kayıtsız şartsız kabul etmiş oldun. Aranızda eşitlik yok. Müthiş bir teslimiyet içindesin. Onun bilgisini sorgulayamazsın. Onun Zuhal dediği elbette Zuhal'dir, Merih'e Zühre dese, o Zühre'dir mesela. Bitti! Dediklerini harfiyen kabulleniyorsun. Şüpheden uzak, mutlak bir itaat. Derin bir saygı duyuyorsun o insana çünkü. Hocanın rahle-i tedrisine oturuveriyorsun böylelikle. Ne huysuzluklarını çekiyorsun, hocayı hoşnut ediyorsun, karşılığında üç beş kelam, yavaş yavaş astronomi bilgisi ediniyorsun. Sadece bu değil ama, fazlası var. Sorun şu ki, bu sistem senin kibrine, nefsine çok aykırı bir sistem. Çünkü senin kibrin senin her daim en iyi olduğunu düşünmeni istiyor. Başka bir otorite karşısında boyun eğmen onun için düşünülemez bir şey. "Benim karakterime aykırı, ben özgürüm, bağlanamam öyle şeylere" savunması da bu dönemde geçerli olmadığından, henüz "freedom" icad olunmadığından yani, paşa paşa bu durumu kabullenirsin. Ya da tasını tarağını toplayıp gidersin! Sabredersin, öfkeni kontrol altına alırsın, kanaat edersin. Karakterin olgunlaşır. O alimden alacağın sadece astronomi ilmi değildir, orada öğrenme esnasındaki teslimiyetindir esas sana öğretecek olan ve bu sistemdeki esas ilim orada gizlidir diye naçizane düşünmekteyim. "İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir" demiş Yunus Emre. Boşuna değil! "Kendini bilen Rabbini bilir." Tüm bunları bilen de "haddini" bilse gerek. Edep denen hadise de burada zorunlu olarak gerçekleşmiş olur. En azından hocana karşı, senden büyük bir otoriteye karşı edebini takınmayı öğrenirsin. Bu da hayatının her sahasına sirayet edecektir zaten.

Eskiler şöyle demişler özetle:

Girdim ilim meclisine
Eyledim taleb
Dediler ilim geride
İlla edeb illa edeb


Modern sisteme gelelim şimdi.


Önce Foucault denen adamdan bahsetmek istiyorum, onun modern dünyaya yaptığı eleştiriler dünyayı etkilemiştir çünkü. Ona göre, hepimiz modern dünyada disipline edilmiş bireyleriz. Sürekli olarak büyük biraderin gözü üzerimizde. Devlet, hakkımızdaki her şeyi biliyor ve bizleri kontrol altında tutuyor. Mesela, kimin "hoca" olacağına karar veriliyor. CV denen bir şey var. Çeşitli sınavlar var. Bunun için de çeşitli ölçüleri var. Kimin daha başarılı olduğuna karar veren ölçüler bunlar. Örneğin, hepimiz biliriz ki bir profesör bir doçentten daha bilgilidir. Resmi otoriteler tarafından ölçülmüş çünkü. Ancak gerçeği ne kadar yansıtır, doçent daha bilgili olabilir mi, muamma. Takdirinize bırakıyorum. Neticede böyle bir modernist dünya var, aklı ve bilgiyi kutsallaştıran, disiplinize eden. Özgür olduğunu sana dikte edip, esasen hür iradeni ellerinden alan bir dünya.


Örnek verelim gene madem. Sene 2012 olmuş, İstanbul'dasın. Üniversite öğrencisisin. Birilerinin senin bilgini "ölçtüğü", devlet tarafından uygulanan bir sınavda başarılı olup bir okula, istediğin ya da istemediğin bir bölüme, bir şekilde yerleşmişsin. Sen okul harcını ödemekle ve derslere devam etmekle mesulsün, hocaların da sana o dersi vermekle, sonucunda da bu konudaki bilgini becerini ölçüp notlandırmakla sorumlu. Sana ders verdiği için para alıyor. Aranızda daha farklı bir saygı var. Ona karşı ters bir hareket yapamazsın, çünkü hoca sana "takarsa" notun düşer ve bu iyi bir şey değildir. Ama ders çıkışında "x hoca da ne cins bi tip, ders anlatmayı da beceremiyo zaten" demek serbesttir. Çoğu zaman sahte bir saygı duyuyoruz bu hocalara. Saygı duymadığın birinden ise ne kadar ne öğrenebilirsen o kadar işte öğrendiklerimiz. Gerçek bir saygıyı burada kimse umursamıyor çünkü, ama öyle gibi görünmek pek mühim! Bu ilişkide arada eşitlik vardır. Eşitler arasında birincilik gibi bir konumdur hocalık. Hoca seni dövemez, sana kızamaz. Sana "siz" diye hitap etmek, saygı duyarmış gibi yapmak durumundadır. Öğrencisini seçemez. Öğrenci onu seçer hatta bazen. Öğrenci bilgiyi elde etmeye çalışmaz, bilgiye maruz kalır. Hem de çok fazla bilgiye maruz kalır. Bunları sınav öncesi tekrar ederek dersi geçer, sonra da o bir kamyon bilginin bir avuçluk kısmı kalır onun kafasında. Çünkü maruz kalınan, elde etmek için pek de çabalamadığımız, hatta zaman zaman pek gereksiz bulduğumuz bilgilerdir bunlar. (Evvelde sen öğrenmek istediğin bilginin peşine düşüyordun, dikkatini çekerim. Nasıl bir "freedom" ise bu, artık varın siz düşünün...) Arada mutlak bir teslimiyet de yoktur. Öğrenci profesörün karşısına geçip, "hocam ama bu konuda Marx der ki;" diye artislik yapabilir. Hatta bu öğrenci "kendine güvenen" vasfına eriştirilir bu hareketlerinden ötürü. Ve bu onaylanan bir vasıftır. "Geleceği parlak" görülür bu kişinin. "Maşallah" denir. Öğrenci sadece derste hocanın anlattıklarıyla yetinmez. Okur, bulur ya da sadece akıl yürüterek bir şeyin saçma ya da mantıklı olduğuna karar verebilir. Aklımızı kutsayan aydınlanma değerlerimiz de bunu sağlıklı bulur. Bu süreçte öğrencinin kibri ve nefsi beslenir. Kendini ya da haddini bilmesi değil, edindiği notlara çalışmış olması o dersten geçmesi için yeterlidir. Böylece insanlar üniversitelerden "eğitimli bireyler" olarak mezun olurlar. Edep? Onun modası geçmiştir. Yeni moda en kariyerli, en hayran olunan, en akıllı, en entellektüel (bilgiyi satmak için edinme modası ayrıca incelenmeli), en zengin, en güzel/yakışıklı, en sevilen, en kıskanılan, en en en en en... olmak! "Her şeyin en iyisini" hak eden olmak. Başına kötü bir şey gelince dünyası başına yıkılmak. Neden? Kibrin en iyilerine layık görüyor çünkü seni. Kötü bir tecrüben olursa; gönül rahatlığıyla depresyona girebilir, hatta sebep olan şahıslardan intikam almak için türlü planlar yapabilirsin. Bu senin en doğal "hakkın" elbette! Hareketlerinde, düşüncelerinde olduğu gibi özgürsün, kimse seni yargılayamaz. Önce kendisine baksın o! "Seni ilgilendirmez" deyip geçmek ise adettendir. Tartışma çıkarıp üste çıkmak ise büyük maharettir. İşte insanın insanın kurdu olduğu güzel dünyamız! Edep de neymiş? Hayat böyle, sen de buna ayak uydurmak zorundasın cicim.


Premodern sistem, bugünün modern, bireyci, Foucault'nun "disiplin" altına alınmış toplumlarına elbette ters gelecektir. Neden mi? Çünkü modernizm çoktan masallarını anlattı. Özgürlüğüne inandırdı, aklını kutsadı, aklını kullanarak her gerçeğe ulaşabileceğin düsturuyla büyüttü seni inceden. Özgürlüğünü, hür iradeni bırakıp iraden dışında bir şeye teslim olman düşünülemez. Öyle güveniyorsun ki o müthiş aklına, onun doğruluğuna olan imanın gözlerini kamaştırıyor. Bilgi ve bilgiye ulaşmak hayati önem taşıyor mesela. "Güç" demek bu çünkü, ve sen güçlü olmak zorundasın. "Bilgi çağı" diyorsun, evvelkiler pek de bir şey bilmiyormuş, son birkaç yüzyılda tüm bu külliyat şekillenmiş gibi. Kocaman bir evren sunuyor o bilgiler sana, insan aklının büyüleyici keşiflerini döküyor önüne. Ansiklopediler okuyorsun oturup, neler öğreniyorsun neler... Edinilecek malumat önceki asırlara göre pek artmış. Bunlardan sadece metodolojik, "bilimsel" çalışmaları ciddiye alabilirsin. Din bireysel, bilim ise topluma mal olmuş. Tamamen ayrı. Pozitivist mantıkla bakılınca din ile bilim mi olurmuş zaten, olacak iş değil... Bilim ile ahlak ise, ancak araştırma esnasında "doğru" bilgilere ulaşma yolunda samimiyet taşıman noktasında birleşiyor. Ahlak kendi başına bir ilim değil, bireysel bir hadise. Ahlaklı olursan ne hoş, ama olmazsan da olmazsın yani, yaptığın bilim ile alakası yok bunun. Neticede etrafta hakkında "çok bilgili adamdır ama hırsızdır, densizdir, sapıktır..." vs denilen adamlar türüyor. Bunlardan eski dönemlerde de vardır elbette, nice alimin yamacında bulunup da faydalanmayabilir insan. Ama benim düşüncem bugünkü sistemin buna elverişli bir ortam sağladığı, körüklediği yönünde. Modern dünyanın pek mühim değerleri ve bu dünyaya ayak uydurmaya çalışan biz insanlar için "edep" üzerinde çok durup düşünülecek bir şey değil artık maalesef. Dünya böyle, biz de bunu böyle yaşıyoruz. Savunmalarımız da hazır maşallah.



Not: Eski eğitim sistemi hakkında çok geniş malumat sahibi değilim. Umarım haddimi aşan bir değerlendirme olmamıştır. Daha bilgili birileri eleştirir, bir şeyler katar ise pek sevinirim.

"Emsalsiz bir kaside"



Şaşmışam vasfında eyâ sana hayret mi diyem
Sana ey tâc-ı serim şâh-i risâlet mi diyem
Gül-i gülzâr-ı safâ bülbül-i ülfet mi diyem
Sana Ahmed mi Mahmûd mü Muhammed mi mahabbet mi diyem
Yoksa mahbûb-ı Hudâ şâh-ı şerî'at mı diyem
Tab‘-ı Hassânıma her şâ‘iri yeksân demezem
Sıfatın söylerim korkarım âsân demezem
Sana Kur’an demese ben sana insân demezem
Sana Ahmed mi Mahmûd mü Muhammed mi mahabbet mi diyem
Yoksa mahbûb-ı Hudâ şâh-ı şerî'at mı diyem



https://www.facebook.com/video/video.php?v=60700461490



Not: Dizeler Seyyid Mîr Hamza Nigârî Efendi'ye ait bir eserden Bekir Bey tarafından doğaçlama olarak alıntılanmıştır. Güfteyi Bekir Bey'in okuduğu şekliyle bir araya getirip düzenlemeye çalıştım. Ben bir eseri dinlerken sözlerine bakmayı seviyorum, başka sevenler de vardır. Bu kasideyi dinlerler, sözlerden etkilenirler, gugılda ararken burayı bulurlar, mutlu olurlar. Ne güzel olur öyle!

Temmuz 17, 2012

Ramazan'a iki kala

"Manasını bildiğimiz halde Kuran-ı Kerim’in lafzıyla biz kilitlenmiş olan kalplerimizin şifresini açarız. “ Elhamdulillahi rabbil alemin “ demesek de “Alemlerin Rabbine hamd olsun” desek ne olur? E güzel kardeşim bak bunu hadi yüz sene evvel yaşayan adama anlatamazdın ama şimdi bunu anlatırsın. Nasıl? İşte keskuldergisi.com yazmadan sayfayı açamıyorsun, keşkül yazsan olmuyor keskul diyeceksin, adam kendi lisanını oraya koyuyor . Yahu bir nokta fazla koysan ne olur? Açmıyor. O sayfayı açmıyor sana. İnsanın kalbinde fıtratına yerleştirilmiş öyle bir kapasite , bir kilit bir kasa vardır ki ancak onun miftahı bismillahirrahmanirrahim deyince açılır. La ilahe illallah deyince o anahtarın dişleri tam uyar kilide. Başka türlü olmaz. Ve sen söyleyince açar, ben söyleyince bile açmaz. Şimdi sese duyarlı kasalar yapıldı, hem insan sesine duyarlı hem de sahibinin sesine duyarlı. Selam diyorsun sen dediğin zaman şak kasa açılıyor. Ben selam dediğim zaman aynı kelimeyi bile söylesem o kasayı açamıyorum. Benim sesime duyarlı değil. Allah hepimizin fıtratında, hilkatinde, hani belli çiplerin konulması gibi, belli kilitlerin sistemlerinin konulması gibi bir sistem koymuş. Sen elhamdulillahi rabbil alemin diye Fatiha’yı okuduğun zaman sende açıyor o Fatiha, benim Fatiha’m seninkini belki açmıyor. Hoş, başkalarının kilitlerini kendi Fatiha’sıyla açan zâtlar var da mevzuumuz değil şimdi. Yine de o kişinin okumasıyla karşıdakine muhatap olabiliyorsun onun berakâtıyla. " Muhabbet Bağı'ndan

Temmuz 07, 2012

Suretler ve Şeytanlar

Şeytan insan sûretine girebilir. İnsanların onu boynuzlu, kuyruklu bir canavar gibi düşünmeleri onun çok hoşuna gider, şeytan çirkin değildir, bilakis çok güzeldir. Erkeğe çok güzel bir kadın sûretinde, kadına da çok yakışıklı bir erkek sûretinde görünür. Hepimizin kendi şeytanı vardır; her birimizin, kendi sûretlerimizde.

Bir gece geç bir saatte Hz. Resûl-i Kibriya (s.a.v) Efendimiz Hz. Aişe (r.a) Validemizin evinden çıktılar. Hz. Aişe (r.a) Validemiz kadınlık gayretiyle kıskanarak Peygamber Efendimizi (s.a.v) takibe koyuldular. Hz. Habîb-i Hudâ Aleyhi efdalü't-tehâyâ Efendimiz arkalarına dönüp tebessüm buyurdular ve şöyle dediler: "Aişe, görüyorum ki şeytanını da kendinle beraber getirmişsin." 

"Ey Allah'ın Resûlü, ben kimseyi görmüyorum." deyince Aişe Validemiz, Efendimiz, "Herkesin kendi şeytanı vardır." buyurdular. Aişe Validemiz de sordu "Ey Allah'ın Resûlü, Sizin bile mi?" "Evet." dediler "Fakat ben benimkini Müslüman yaptım."



Prof. Dr.Robert Frager tarafından Şeyh Muzaffer Efendi'nin sohbetlerinden oluşturulmuş "Aşktır Asıl Şarap" kitabından.

bu kitabı bana mıstık almıştı geçen sene. negzel etmiş.

Temmuz 06, 2012

rhetorical question

Birisine bir soru sorup cevabını alamadığımda kendi kendime soruyorum: Ben nerde yanlış yaptım?

Temmuz 02, 2012

Kelimeler de sen gibi, ben gibi mahlukat sonuçta arkadaşım. Mükemmel olmaları mümkün değil belki onların da, en azından bizim ağzımızdan çıkanların. Canını yakan yanları da olacak, cok sevdiğin huyları da. Mesela bazı yanlış anlamalara yol açabilecekler bazen. Ben mii söyledim bunları diye şaşıracaksın, bazen iyi bazen kötü şekilde. O değil de, kelimelerini kilime dokuyan ablalarımın önünde saygıyla eğiliyorum. İşin özünü kavramışlar resmen. Sonra da elin dilbilimcisi gelsin göstergebilim falan desin. Aşkı dokumuş kilime, anlıyor musun?

Haziran 23, 2012

"aslında Allah'a yaklaşmak diye bir şey yoktur. Allah'ın sana yakîn olduğunun şuuruna ve idrakine yükselme yolculuğuna seyr-i sülûk denir ve Allah'a ulaşmak o şuura ermek demektir. Sana şah damarından daha yakınım" buyuruyor, daha ne desin ki? "

Haziran 17, 2012

"sanırsın ki gelmezler, bilmezsin ki komazlar."

Haziran 15, 2012

"atâlet, vücud içinde adem, hayat içinde mevttir."
bir saniye sonra ne olacağını bile bilemezken hangi bilginin artisliği yapılabilir ki?

Haziran 12, 2012

"ana caddeye açılan sokaklardan değilim"

Haziran 07, 2012

Sâlih Efendi, İstanbul’da yetişen evliyâdan olup, 1788 (H.1203) senesinde, Karagümrük’te doğdu. “Odabaşı Şeyhi” diye meşhur olan Nûrî Efendiye talebe oldu. Tam yirmi iki sene cân-u gönülden hizmet etti. Hocasının vefatından sonra onun yerine geçerek Fâtih civârında talebe yetiştirmeye başladı. 1879 (H.1296) senesinde vefât etti. Dergâhındaki tevhîdhânesine defnedildi. Sâlih Efendi, vefatından kısa bir zaman önce buyurdu ki: Sevâb ve azâb nedendir, suâline karşı deriz ki: Azâb, kötü iş yaptığından dolayı, biri sana kızıp, intikam almak için, canını yakması değildir. Sevâb da, işini beğendiği için, mükâfât değildir. O gün, Allahü teâlâdan başka, intikam alacak kimse yoktur. İnsanın kanı, safrası bozulduğu veyâ başka zararlı şeyler vücûtta çoğaldığı zamân, bedendeki değişikliğe, hastalık dediğimiz gibi ve ilâç tesîr ettiği zamân hâsıl olan hâle sıhhat dediğimiz gibi, insanda şehvet ve asabiyyet artınca, câna bir ateş düşer. İşte insanın felâketinin sebebi, bu ateştir. Bunun için, hadîs-i şerîfte, (Gadab, ya’nî asabiyyet, Cehennem ateşinden bir parçadır) buyuruldu. Akıl ışığı kuvvetlenip, şehvet ve asabiyyet ateşini söndürdüğü gibi, îmân nûru, Cehennem ateşini söndürür. Nitekim, Cehennem, mü’minlere: (Ey mü’min! Çabuk geç ki, nûrun ateşimi söndürüyor) diyecektir. Bu söz, ses ile olmayacak, su yangını söndürdüğü gibi, Cehennem, mü’minin nûruna dayanamayıp sönecektir... Şehvet ateşi de, akıl nûru ile söner. Kıyâmette, sana azâb için başka yerden bir şey getirmeyecekler. Nitekim, (Cehennem, dünyâda yaptığınız kötü işlerden başka bir şey değildir. Bunların, size geri çevrilmesidir) buyuruldu. O hâlde, Cehennem ateşinin tohumu, insanın şehveti ve gadabıdır. Bunlar insanın içindedir. İlm-i yakîn ile bilen, bunları görebilir... TIPKI MIKNATIS GİBİ!.. Zehir insanı hasta yapar. Hastalık da, insanı mezâra sokar. Fakat, zehir ve hastalık insana kızmış ve intikam almış denilemez. Günâh ve şehvet de, kalbi hasta eder. Bu hastalık, kalbin ateşi olur. Bu ateş, Cehennem ateşi cinsinden olup, dünyâ ateşi gibi değildir. Mıknâtıs taşı, demir parçalarını kendine çektiği gibi, Cehennem ateşi de, bu ateşi taşıyanları kendine çeker. [Cehennemin ve Cehennem zebânîlerinin, ya’nî azâb meleklerinin] kızması ve intikam alması olmaz. Sevâb işleyenlerin hâli de böyledir. Anlatması uzun sürer...

Mayıs 27, 2012

Dünya ahiretin tarlasıdır


"Harman-ı mecazide varlık samanını nesim-i tevhidle savurup cevher-i asli olan buğdayı şeriat terazisinde tartıp ambar-ı hakiki olan kalbe koymalı; takva mührüyle de o ambarı kapatmalıdır."

Sezaî Gülşenî Hazretleri
 
Şimdi gerçekten tarlam yanabilir.




Mayıs 10, 2012

"bugün insanı es geçerek malumata ulaşmak derdi başladı. malumat arttı, edeb kayboldu. "

Mayıs 07, 2012

karanlık diye bir şey yoktur

ışık vardır. ışığın göründüğü yer aydınlıktır. görünmediği yer karanlıktır. aydınlıkla karanlığın savaşı diye bir şey yoktur. ışıktan mahrum kalmak yada kalmamak vardır.

Mayıs 06, 2012

orçun güneşer reyisten samimi bir mektup (para istemiyor)

Türk dili üzerine Melek Hocama açık mektup Lise Müdirem, Melek Hocamın paylaştığı aşağıdaki ileti üzerine içimden geldi ve yazmaya başladım. İleti şöyle: Türkçesi Varken...!!! Erk : Kondisyon (Fr.) Hesap : Adisyon (Fr.) Kırıcı : Hacker (İng.) Yasadışı : İlle...gal (Fr.) Tarafsız : Objektif (İng.) Karşılaşma : Rövanş (Fr.) Yetki Belgesi : Lisans (Fr.) Mecaz : Metafor (Fr.) Durum : Pozisyon (Fr.) Hafif : Light (İng.) Yakınlık : Sempati (Fr.) Buluş : Patent (İng.) Köprü Yol : Viyadük (Lat.) facebook.com/ogretmensayfasi Ekleyen::Öğretmen Çok Sevgili Melek Hocam, İsterim ki bir gün bilim yapan, teknoloji üreten, edebiyat kullanan, sanat sunan bir toplum olalım da bizim ürettiğimiz yeni şeyleri biz adlandıralım ve başka yerde karşılığı olmadığı için tüm dünya da bizim dilimizle ansın mecburen. Lütfen bunu unutmayalım ki bu vatanı her seven kişi gibi benim de tüm kalbimle istediğim bu. Bu noktada bir fıkra ile şenlendireyim mektubumu; Temel, Fadime ile dağ yolunda giderken eşkıyalar bunları yakalamış. Temel’i bir ağaca bağladıktan sonra iki eşkıya Fadime’yi kollarından bacaklarından tutmuş üçüncü eşkıya ise soyunmaya başlamış. O anda Temel olacakları fark ederek haykırmış: Fadime ! Fadime ! Başım ağriyu de ! başım ağriyu de !… Yani… bizim Temel kendi aklınca bir çözüm sundu sunmasına ama Canım Fadime kurtulabilecek mi? Ya da nasıl kurtulur bu Fadime? Baştaki seçeneğe dönelim. Bilim yapmak…Sanat yapmak…Değer üretmek…Başkalarının mecburen bunu almasını sağlamak…Kültürümüzü yaymak ve geliştirmek…tanıdık gelmedi galiba. O zaman kendimize elimizden geldiği kadar "milliyetçilik" bilinci pompalamakla kotarmaya çalışmak kimliğimizi. Ama biz, bize sahip çıkabilecek akl-ı selimi esas o zaman kaybedeceğiz ki! Ürettiği için değil Allah'tan, hasbel-kader "ne mutlu Türk" olduğu için sahip çıkılmak mecburiyetinde olunan bir kimlik bu, bize sunulan! Üretmeyen ama maşallah sapına kadar TÜRK. Yetmez mi!? Tabi yeter. Bir Türk dünyaya bedel !... Bu masallar bir gün hiç hatırlanmak istenmeyecek bir şekilde bırakılacak ta, bu ne zaman olacak sadece onu merak ediyorum. 15 sene? 22 sene 4 ay? … Peki bu masallar olmaksızın daha kuvvetli daha kendi ayakları üzerinde duran bireyler haline geleceğimizi nasıl fark edebiliriz ki bu süreyi kısaltalım? Bu sorunun cevabını bu mektubu okuyanlara tevdi ediyorum. Cevabın getireceği kişisel yükümlülükle başa çıkabilmemiz ümidiyle arkadaşlar… Ayrıca hemen belirteyim yukarıda paylaştığınız çevirilerin neredeyse hiçbiri istenilen anlamı karşılamayan çok sığ öneriler. Hatta bazılar bariz bir şekilde hatalı ki hiç şaşırmıyorum çünkü bu arkadaşlar hiç değiştirmez bu kompleksli “tabakhaneye kelime yetiştirme” tarzlarını ve her seferinde etrafı “kelimelere” batırırlar. Eğer isterseniz yabancı kelimelerin kökenleri ve bugünkü kullanımları hakkında açıklama yapabilirim. Hatta biraz kasarsam kendi önerilerimi paylaşabilirim ama bütün bunları yazmamın sebebi başka… 10 tane kelimeye çare bulmak değil mesele. Mesele her dakika 10 kelimeyi kaybetmemize yol açan sorunlar yumağının "Türkçücücülük oynayarak" çözülemeyeceğini herkesin görmesini istemem. Cidden, bu konudaki düşüncelerimi ilk defa ve bu açıklıkla paylaşıyorum. Durduramadım artık, dökülüyor parmaklarımdan… Bakış açımı desteklemek için, onca tarihi-siyasi fiyaskodan hiçbirini örnek vermeyeceğim zira hem gerek yok hem de işin içine tarih girince insanların ne kadar alıngan olacaklarını tahmin ediyorum. Kalp kırmamaya çok dikkat ederek devam etmeliyim o halde. Kabul ederseniz, tüm mahviyetimle…Kısaca… Basitçe… Ama durduramadığım, son söylenmesi gereken şeyi ilk söyleme patavatsızlığı ile … “Türk olma bilinci” ne bizim ne de dünyanın yutacağı bir dolma olmaktan artık çok uzak. Evet, anladık ki bu dolma karın doyurmuyor sadece koşullanmış bir tokluk hissi yaşatabiliyor bir süreliğine. Gelin, adamların eşek gibi çalışarak, gecelerini gündüzlerine katarak ulaştığı teknik bilgiyi karşılayacak kelimemiz yoksa, hak ettikleri gibi onların kelimelerini kullanalım. Yiğidi illa öldüreceksek tamam, ama hakkını yemeyelim bari. Tabi ki kelimelerini kullanmakla kalalım demiyorum onları geçip değer üreten biz olalım demedim en başta? İşte ancak bu sayede biz ihraç eden kültür olacağız. Üretmeyen neyi ihraç edecek! ancak ithal edecek! bu doğanın en temel kanunu! Sistemler dengeye gelmek için enerjilerini çok olanda az olana kendiliğinden ve tersinmez olarak aktarırlar. Burada komplo yok burada sadece doğal bir iletim var ve buna karşı koymak bilimsel olarak mümkün değil. Ağlamayalım artık Türkçemiz gidiyor diye… Bu gidişe "başım ağriyu" demekle karşı koymak MÜMKÜN DEĞİL !

Mayıs 03, 2012

kaydırak

kariyerdeki tüm yükselişler ileride istifa etmek için.

babamın bir atasözü vardır

ehl-i sufle olmakla, ehl-i suffe bilinmez.

Mayıs 01, 2012

Teyze olmak




Bir mayısı ev emekçisi olarak kutlamak demektir. Temizlik güzeldir.