Temmuz 28, 2012

Tuhfe-i Recebiyye'den

Kimse bilmez zâtını ey şâh-ı rusül
Hayret-i kübrâda kalır akl-ı kül
Çün sana etti tecellî zât-ı Hakk
Gül-i ruhin üzre araktan bitti gül
Câm-ı feyzinden içen sermest olur
Neyler ona meclis-i sahbâde mül
Şer'ini rehber eden bulur tarîk
Gerçi çoktur Hakk'a her yüzden sübül
Gayra açmaz çeşmini âşık olan
Sendedir vâllahi billahi gönül
Gelir handen çün kim aldın bûy-ı Hakk
Ağlama ey Hakkı bu gülşende gül

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri

Temmuz 23, 2012

Akra Fm- Ramazan Sohbetleri

Henüz multimedya kısmında kaydı konulmamış programlardan biri Ramazan sohbetleri. Her akşam 21.10 - 21.40 arası yayınlanıyor. Aynı sitede yer alan diğer sohbetlerin kayıtlarına rahatlıkla erişmek mümkün. Radyo dinlemeyi seven bizim kuşak için. Bilhassa Mahmud Esâd Coşan Hocaefendi'yi özleyip, sesini yarım saat duymak isteyenler için. http://www.akradyo.net/programdetails.aspx?p=341

Temmuz 20, 2012

tasarım şeysi

büklümcüğüm de mevcut tasarımın gayet güzel olduğu konusunda fakirle hemfikir olunca, siz sevgili hanımkardeşlerime sus payı olarak yazıların arkaplanını siyahtan griye çevirdim. yeterli midir?

Temmuz 19, 2012

olsun

İçimin bütün çiçeklerini topladım sana
Boynu kırık, bak, sesi yarım hepsinin
Alıver de efendim, şahidim olsun.

İçimin öyle fırtınaları var, yol iz bilinmez
Bir kayığa atlayıp, ah, teskin etsen
Geliver de efendim, gönlüm huzur bulsun.

Aşk pazarı kurulmuş, herkes ederin bulmuş
Alıp ciğerim omzuna, ne olur, sen gezdirsen
Satıver de efendim, canım pahasına olsun.

Temmuz 18, 2012

malumat-edep ekseni



"Bugün insanı es geçerek malumata ulaşmak derdi başladı. Malumat arttı, edeb kayboldu. "




Blogda gezerken Berk kardeşimin paylaştığı bu sözü gördüm ve aklımdan geçenleri düzene koymak, sizlerle de paylaşmak istedim. Sosyolog bir teyze olarak premodern ve modern dünyanın tahsil anlayışını karşılaştırdım aklım fikrim elverdiğince. Baştan söyleyeyim, ben pek modernist sayılmam. Taraflı olacak biraz. Mantıklı eleştirilere de açığım bu hususta.


Şimdi premodern sistemden söz edelim:


Kafamda hayali bir şeyler canlandırmaya çalışayım. Biraz abartayım da belki. 16. yüzyılda, Ortadoğu'da bir yerlerde olalım mesela. Bir hocamız olsun. Bir hususta çok bilgili. Astronomi olsun mu? Olsun hadi. Sen de astronomi ilmine merak salmış bir gençsin. Hoca da pek huysuz bir yaşlı amca olsun. Bu amcaya "talebe" olmak arzusundasın, kendisinden bilgisini talep etmektesin. Ancak işbu amcanın seni tedrisine kabul edeceğinin garantisi yok. Ki kabul etmiyor da. Tipini beğenmemiş olabilir. Ama sen de ısrarcısın, o rasathaneye girmek ve gezegenleri, yıldızları öğrenmek istiyorsun. Kapısında yatmalar, yalvarıp yakarmalar, araya adam sokmaya çalışmalar (torpilcilik zamandan münezzeh olsa gerek) falan filan... En sonunda seni kabul ediyor. Lakin şartlar var; rasathanenin temizliğini sen yapacaksın. Hoca titiz, en ufak bir toz bile olmayacak etrafta. Ve ancak hocanın canı istediği zaman sana bir şeyler öğretecek. Bu ilişkide para alışverişi yok. Hoca isterse sana yıllarca bir şey öğretmeyecek ama o temizliği sen yapacaksın. Bir yerde toz görüp dövse seni, kovsa, ağzını açıp bir şey diyemezsin. Çünkü o adama talebe olmak istemekle ona bazı haklar verdin. İlk olarak, onun senden daha bilgili biri olduğuna iman ettin ve onun bu ilişkideki otoritesini kayıtsız şartsız kabul etmiş oldun. Aranızda eşitlik yok. Müthiş bir teslimiyet içindesin. Onun bilgisini sorgulayamazsın. Onun Zuhal dediği elbette Zuhal'dir, Merih'e Zühre dese, o Zühre'dir mesela. Bitti! Dediklerini harfiyen kabulleniyorsun. Şüpheden uzak, mutlak bir itaat. Derin bir saygı duyuyorsun o insana çünkü. Hocanın rahle-i tedrisine oturuveriyorsun böylelikle. Ne huysuzluklarını çekiyorsun, hocayı hoşnut ediyorsun, karşılığında üç beş kelam, yavaş yavaş astronomi bilgisi ediniyorsun. Sadece bu değil ama, fazlası var. Sorun şu ki, bu sistem senin kibrine, nefsine çok aykırı bir sistem. Çünkü senin kibrin senin her daim en iyi olduğunu düşünmeni istiyor. Başka bir otorite karşısında boyun eğmen onun için düşünülemez bir şey. "Benim karakterime aykırı, ben özgürüm, bağlanamam öyle şeylere" savunması da bu dönemde geçerli olmadığından, henüz "freedom" icad olunmadığından yani, paşa paşa bu durumu kabullenirsin. Ya da tasını tarağını toplayıp gidersin! Sabredersin, öfkeni kontrol altına alırsın, kanaat edersin. Karakterin olgunlaşır. O alimden alacağın sadece astronomi ilmi değildir, orada öğrenme esnasındaki teslimiyetindir esas sana öğretecek olan ve bu sistemdeki esas ilim orada gizlidir diye naçizane düşünmekteyim. "İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir" demiş Yunus Emre. Boşuna değil! "Kendini bilen Rabbini bilir." Tüm bunları bilen de "haddini" bilse gerek. Edep denen hadise de burada zorunlu olarak gerçekleşmiş olur. En azından hocana karşı, senden büyük bir otoriteye karşı edebini takınmayı öğrenirsin. Bu da hayatının her sahasına sirayet edecektir zaten.

Eskiler şöyle demişler özetle:

Girdim ilim meclisine
Eyledim taleb
Dediler ilim geride
İlla edeb illa edeb


Modern sisteme gelelim şimdi.


Önce Foucault denen adamdan bahsetmek istiyorum, onun modern dünyaya yaptığı eleştiriler dünyayı etkilemiştir çünkü. Ona göre, hepimiz modern dünyada disipline edilmiş bireyleriz. Sürekli olarak büyük biraderin gözü üzerimizde. Devlet, hakkımızdaki her şeyi biliyor ve bizleri kontrol altında tutuyor. Mesela, kimin "hoca" olacağına karar veriliyor. CV denen bir şey var. Çeşitli sınavlar var. Bunun için de çeşitli ölçüleri var. Kimin daha başarılı olduğuna karar veren ölçüler bunlar. Örneğin, hepimiz biliriz ki bir profesör bir doçentten daha bilgilidir. Resmi otoriteler tarafından ölçülmüş çünkü. Ancak gerçeği ne kadar yansıtır, doçent daha bilgili olabilir mi, muamma. Takdirinize bırakıyorum. Neticede böyle bir modernist dünya var, aklı ve bilgiyi kutsallaştıran, disiplinize eden. Özgür olduğunu sana dikte edip, esasen hür iradeni ellerinden alan bir dünya.


Örnek verelim gene madem. Sene 2012 olmuş, İstanbul'dasın. Üniversite öğrencisisin. Birilerinin senin bilgini "ölçtüğü", devlet tarafından uygulanan bir sınavda başarılı olup bir okula, istediğin ya da istemediğin bir bölüme, bir şekilde yerleşmişsin. Sen okul harcını ödemekle ve derslere devam etmekle mesulsün, hocaların da sana o dersi vermekle, sonucunda da bu konudaki bilgini becerini ölçüp notlandırmakla sorumlu. Sana ders verdiği için para alıyor. Aranızda daha farklı bir saygı var. Ona karşı ters bir hareket yapamazsın, çünkü hoca sana "takarsa" notun düşer ve bu iyi bir şey değildir. Ama ders çıkışında "x hoca da ne cins bi tip, ders anlatmayı da beceremiyo zaten" demek serbesttir. Çoğu zaman sahte bir saygı duyuyoruz bu hocalara. Saygı duymadığın birinden ise ne kadar ne öğrenebilirsen o kadar işte öğrendiklerimiz. Gerçek bir saygıyı burada kimse umursamıyor çünkü, ama öyle gibi görünmek pek mühim! Bu ilişkide arada eşitlik vardır. Eşitler arasında birincilik gibi bir konumdur hocalık. Hoca seni dövemez, sana kızamaz. Sana "siz" diye hitap etmek, saygı duyarmış gibi yapmak durumundadır. Öğrencisini seçemez. Öğrenci onu seçer hatta bazen. Öğrenci bilgiyi elde etmeye çalışmaz, bilgiye maruz kalır. Hem de çok fazla bilgiye maruz kalır. Bunları sınav öncesi tekrar ederek dersi geçer, sonra da o bir kamyon bilginin bir avuçluk kısmı kalır onun kafasında. Çünkü maruz kalınan, elde etmek için pek de çabalamadığımız, hatta zaman zaman pek gereksiz bulduğumuz bilgilerdir bunlar. (Evvelde sen öğrenmek istediğin bilginin peşine düşüyordun, dikkatini çekerim. Nasıl bir "freedom" ise bu, artık varın siz düşünün...) Arada mutlak bir teslimiyet de yoktur. Öğrenci profesörün karşısına geçip, "hocam ama bu konuda Marx der ki;" diye artislik yapabilir. Hatta bu öğrenci "kendine güvenen" vasfına eriştirilir bu hareketlerinden ötürü. Ve bu onaylanan bir vasıftır. "Geleceği parlak" görülür bu kişinin. "Maşallah" denir. Öğrenci sadece derste hocanın anlattıklarıyla yetinmez. Okur, bulur ya da sadece akıl yürüterek bir şeyin saçma ya da mantıklı olduğuna karar verebilir. Aklımızı kutsayan aydınlanma değerlerimiz de bunu sağlıklı bulur. Bu süreçte öğrencinin kibri ve nefsi beslenir. Kendini ya da haddini bilmesi değil, edindiği notlara çalışmış olması o dersten geçmesi için yeterlidir. Böylece insanlar üniversitelerden "eğitimli bireyler" olarak mezun olurlar. Edep? Onun modası geçmiştir. Yeni moda en kariyerli, en hayran olunan, en akıllı, en entellektüel (bilgiyi satmak için edinme modası ayrıca incelenmeli), en zengin, en güzel/yakışıklı, en sevilen, en kıskanılan, en en en en en... olmak! "Her şeyin en iyisini" hak eden olmak. Başına kötü bir şey gelince dünyası başına yıkılmak. Neden? Kibrin en iyilerine layık görüyor çünkü seni. Kötü bir tecrüben olursa; gönül rahatlığıyla depresyona girebilir, hatta sebep olan şahıslardan intikam almak için türlü planlar yapabilirsin. Bu senin en doğal "hakkın" elbette! Hareketlerinde, düşüncelerinde olduğu gibi özgürsün, kimse seni yargılayamaz. Önce kendisine baksın o! "Seni ilgilendirmez" deyip geçmek ise adettendir. Tartışma çıkarıp üste çıkmak ise büyük maharettir. İşte insanın insanın kurdu olduğu güzel dünyamız! Edep de neymiş? Hayat böyle, sen de buna ayak uydurmak zorundasın cicim.


Premodern sistem, bugünün modern, bireyci, Foucault'nun "disiplin" altına alınmış toplumlarına elbette ters gelecektir. Neden mi? Çünkü modernizm çoktan masallarını anlattı. Özgürlüğüne inandırdı, aklını kutsadı, aklını kullanarak her gerçeğe ulaşabileceğin düsturuyla büyüttü seni inceden. Özgürlüğünü, hür iradeni bırakıp iraden dışında bir şeye teslim olman düşünülemez. Öyle güveniyorsun ki o müthiş aklına, onun doğruluğuna olan imanın gözlerini kamaştırıyor. Bilgi ve bilgiye ulaşmak hayati önem taşıyor mesela. "Güç" demek bu çünkü, ve sen güçlü olmak zorundasın. "Bilgi çağı" diyorsun, evvelkiler pek de bir şey bilmiyormuş, son birkaç yüzyılda tüm bu külliyat şekillenmiş gibi. Kocaman bir evren sunuyor o bilgiler sana, insan aklının büyüleyici keşiflerini döküyor önüne. Ansiklopediler okuyorsun oturup, neler öğreniyorsun neler... Edinilecek malumat önceki asırlara göre pek artmış. Bunlardan sadece metodolojik, "bilimsel" çalışmaları ciddiye alabilirsin. Din bireysel, bilim ise topluma mal olmuş. Tamamen ayrı. Pozitivist mantıkla bakılınca din ile bilim mi olurmuş zaten, olacak iş değil... Bilim ile ahlak ise, ancak araştırma esnasında "doğru" bilgilere ulaşma yolunda samimiyet taşıman noktasında birleşiyor. Ahlak kendi başına bir ilim değil, bireysel bir hadise. Ahlaklı olursan ne hoş, ama olmazsan da olmazsın yani, yaptığın bilim ile alakası yok bunun. Neticede etrafta hakkında "çok bilgili adamdır ama hırsızdır, densizdir, sapıktır..." vs denilen adamlar türüyor. Bunlardan eski dönemlerde de vardır elbette, nice alimin yamacında bulunup da faydalanmayabilir insan. Ama benim düşüncem bugünkü sistemin buna elverişli bir ortam sağladığı, körüklediği yönünde. Modern dünyanın pek mühim değerleri ve bu dünyaya ayak uydurmaya çalışan biz insanlar için "edep" üzerinde çok durup düşünülecek bir şey değil artık maalesef. Dünya böyle, biz de bunu böyle yaşıyoruz. Savunmalarımız da hazır maşallah.



Not: Eski eğitim sistemi hakkında çok geniş malumat sahibi değilim. Umarım haddimi aşan bir değerlendirme olmamıştır. Daha bilgili birileri eleştirir, bir şeyler katar ise pek sevinirim.

"Emsalsiz bir kaside"



Şaşmışam vasfında eyâ sana hayret mi diyem
Sana ey tâc-ı serim şâh-i risâlet mi diyem
Gül-i gülzâr-ı safâ bülbül-i ülfet mi diyem
Sana Ahmed mi Mahmûd mü Muhammed mi mahabbet mi diyem
Yoksa mahbûb-ı Hudâ şâh-ı şerî'at mı diyem
Tab‘-ı Hassânıma her şâ‘iri yeksân demezem
Sıfatın söylerim korkarım âsân demezem
Sana Kur’an demese ben sana insân demezem
Sana Ahmed mi Mahmûd mü Muhammed mi mahabbet mi diyem
Yoksa mahbûb-ı Hudâ şâh-ı şerî'at mı diyem



https://www.facebook.com/video/video.php?v=60700461490



Not: Dizeler Seyyid Mîr Hamza Nigârî Efendi'ye ait bir eserden Bekir Bey tarafından doğaçlama olarak alıntılanmıştır. Güfteyi Bekir Bey'in okuduğu şekliyle bir araya getirip düzenlemeye çalıştım. Ben bir eseri dinlerken sözlerine bakmayı seviyorum, başka sevenler de vardır. Bu kasideyi dinlerler, sözlerden etkilenirler, gugılda ararken burayı bulurlar, mutlu olurlar. Ne güzel olur öyle!

Temmuz 17, 2012

Ramazan'a iki kala

"Manasını bildiğimiz halde Kuran-ı Kerim’in lafzıyla biz kilitlenmiş olan kalplerimizin şifresini açarız. “ Elhamdulillahi rabbil alemin “ demesek de “Alemlerin Rabbine hamd olsun” desek ne olur? E güzel kardeşim bak bunu hadi yüz sene evvel yaşayan adama anlatamazdın ama şimdi bunu anlatırsın. Nasıl? İşte keskuldergisi.com yazmadan sayfayı açamıyorsun, keşkül yazsan olmuyor keskul diyeceksin, adam kendi lisanını oraya koyuyor . Yahu bir nokta fazla koysan ne olur? Açmıyor. O sayfayı açmıyor sana. İnsanın kalbinde fıtratına yerleştirilmiş öyle bir kapasite , bir kilit bir kasa vardır ki ancak onun miftahı bismillahirrahmanirrahim deyince açılır. La ilahe illallah deyince o anahtarın dişleri tam uyar kilide. Başka türlü olmaz. Ve sen söyleyince açar, ben söyleyince bile açmaz. Şimdi sese duyarlı kasalar yapıldı, hem insan sesine duyarlı hem de sahibinin sesine duyarlı. Selam diyorsun sen dediğin zaman şak kasa açılıyor. Ben selam dediğim zaman aynı kelimeyi bile söylesem o kasayı açamıyorum. Benim sesime duyarlı değil. Allah hepimizin fıtratında, hilkatinde, hani belli çiplerin konulması gibi, belli kilitlerin sistemlerinin konulması gibi bir sistem koymuş. Sen elhamdulillahi rabbil alemin diye Fatiha’yı okuduğun zaman sende açıyor o Fatiha, benim Fatiha’m seninkini belki açmıyor. Hoş, başkalarının kilitlerini kendi Fatiha’sıyla açan zâtlar var da mevzuumuz değil şimdi. Yine de o kişinin okumasıyla karşıdakine muhatap olabiliyorsun onun berakâtıyla. " Muhabbet Bağı'ndan

Temmuz 07, 2012

Suretler ve Şeytanlar

Şeytan insan sûretine girebilir. İnsanların onu boynuzlu, kuyruklu bir canavar gibi düşünmeleri onun çok hoşuna gider, şeytan çirkin değildir, bilakis çok güzeldir. Erkeğe çok güzel bir kadın sûretinde, kadına da çok yakışıklı bir erkek sûretinde görünür. Hepimizin kendi şeytanı vardır; her birimizin, kendi sûretlerimizde.

Bir gece geç bir saatte Hz. Resûl-i Kibriya (s.a.v) Efendimiz Hz. Aişe (r.a) Validemizin evinden çıktılar. Hz. Aişe (r.a) Validemiz kadınlık gayretiyle kıskanarak Peygamber Efendimizi (s.a.v) takibe koyuldular. Hz. Habîb-i Hudâ Aleyhi efdalü't-tehâyâ Efendimiz arkalarına dönüp tebessüm buyurdular ve şöyle dediler: "Aişe, görüyorum ki şeytanını da kendinle beraber getirmişsin." 

"Ey Allah'ın Resûlü, ben kimseyi görmüyorum." deyince Aişe Validemiz, Efendimiz, "Herkesin kendi şeytanı vardır." buyurdular. Aişe Validemiz de sordu "Ey Allah'ın Resûlü, Sizin bile mi?" "Evet." dediler "Fakat ben benimkini Müslüman yaptım."



Prof. Dr.Robert Frager tarafından Şeyh Muzaffer Efendi'nin sohbetlerinden oluşturulmuş "Aşktır Asıl Şarap" kitabından.

bu kitabı bana mıstık almıştı geçen sene. negzel etmiş.

Temmuz 06, 2012

rhetorical question

Birisine bir soru sorup cevabını alamadığımda kendi kendime soruyorum: Ben nerde yanlış yaptım?

Temmuz 02, 2012

Kelimeler de sen gibi, ben gibi mahlukat sonuçta arkadaşım. Mükemmel olmaları mümkün değil belki onların da, en azından bizim ağzımızdan çıkanların. Canını yakan yanları da olacak, cok sevdiğin huyları da. Mesela bazı yanlış anlamalara yol açabilecekler bazen. Ben mii söyledim bunları diye şaşıracaksın, bazen iyi bazen kötü şekilde. O değil de, kelimelerini kilime dokuyan ablalarımın önünde saygıyla eğiliyorum. İşin özünü kavramışlar resmen. Sonra da elin dilbilimcisi gelsin göstergebilim falan desin. Aşkı dokumuş kilime, anlıyor musun?