“zikru’s salihin tenezzül-ür rahmet” buyurdu Peygamber Efendimiz. Salihleri zikretmek ilahî rahmetin inmesine vesiledir. Şimdi o Sahabe-i Kirâmın isimlerini duydukça, Hz. Peygamber’den (sav) onların bahsini duydukça daha bir içimiz coşacak. Niçin? Hz. Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’den, sadece O’ndan bahsetsek, hiç sahabesinden bahsetmesek aynı zevki alamaz mıyız? Alamayabiliriz. Niçin biliyor musunuz? Bunu da şimdi soru olarak havale etmeyelim, daha ilk sorunun cevabı gelmedi. Şöyle cevap vereyim. Bir soru sorulsa, eskiden sorarlarmış, altı tarafı da ayna olan saray hangi saraydır? Yani öyle bir saray var ki altı tarafı da ayna. Nerdedir bu saray diye sorarlarmış eskiden. Bunun cevabı nedir? Züleyha’nın sarayıymış. Züleyha’nın sarayının altı tarafı da aynaymış. Niye? Her baktığı yerde Yusuf’u (a.s) görmek için. Sahabe-i Kirâm Hazerâtı da Peygamber’in ashabı da ayineler gibidir. Her birinden farklı bir güzellik olarak görürüz biz. Hz. Ebû Bekir sıddîykın sıddîkiyyetinden, Hz. Ömer Efendimizin fârukiyyetinden, Hz. Osman Efendimizin hayâsından, Hz. Ali Efendimizin irfanından, cihadından behreyab, nasibdâr olmayan insanlar Hz. Peygamber’i müşahade, anlama, ondaki güzelliği fark etme noktasında muhakkak eksik kalırlar. Onların her birisi ayinedir. Her birinde ayrı bir güzellik olarak zuhur eder."
Muhabbet Bağı'ndan
Kasım 28, 2012
Kasım 22, 2012
zaten her insanın ağır bir yükü var
"Eğer edeple bakmayı bilirsek halkın içindeki güzellikleri fark edebiliriz. Böyle bakarsak da kimseyi incitmeyiz. Fakat bizim incinmemeye de dikkat etmemiz lazım. Çünkü incindiğimiz zaman karşımızdakine Allah katında bir yük yüklemiş oluyoruz. Zaten her insanın ağır bir yükü var, ona bir yük de biz yüklemeyelim."
Belkıs İbrahimhakkıoğlu
Belkıs İbrahimhakkıoğlu
Kasım 07, 2012
The movie in another movie
It was a dark and hot summer night. There was a man who was walking on the strees. He wanted to go to the BİM in order to buy a bottle of Le' Cola. He came across a strange man with a gun. He became shock. The strange man wanted him to give his wallet. He started to sweat.
Firstly, he didn't want to give his wallet because he had to bring a bottle of Le'Cola to his family. After that, the robber pointed his gun at him..
He said that "Give me either your life or your money." He thought about it and said to himself Le'Cola is important but life is vital. He decided to give his wallet. The robber took his wallet. Next, the robber said "It was a joke. I deceived you." The man became furious because BİM was about to close. He took the robber's gun immediately and pointed it at him. He said "What the hell did you do? I won't be able to buy a bottle of Le'Cola for my children and family." Joker replied "I am begging you, please don't kill me. I have three young children, it was a joke." The man did not believe and killed him.
A voice was heard from someone. He was a director. He said cut. It was flawless, he prepared for the next scene.
* Hiçbir değişiklik yapılmadan aktarılmıştır.
Firstly, he didn't want to give his wallet because he had to bring a bottle of Le'Cola to his family. After that, the robber pointed his gun at him..
He said that "Give me either your life or your money." He thought about it and said to himself Le'Cola is important but life is vital. He decided to give his wallet. The robber took his wallet. Next, the robber said "It was a joke. I deceived you." The man became furious because BİM was about to close. He took the robber's gun immediately and pointed it at him. He said "What the hell did you do? I won't be able to buy a bottle of Le'Cola for my children and family." Joker replied "I am begging you, please don't kill me. I have three young children, it was a joke." The man did not believe and killed him.
A voice was heard from someone. He was a director. He said cut. It was flawless, he prepared for the next scene.
* Hiçbir değişiklik yapılmadan aktarılmıştır.
Kasım 04, 2012
Ekim 20, 2012
tasfiye şart
nedir bu çektigim senden
gönül, derdin hiç bitmiyor
yediğin darbelere bak
bu da mı sana yetmiyor gönül
her çiçekten bal alırsın
her gördügünle kalırsın
sen kendini ne sanırsın
belki birgün uslanırsın gönül
uslan artık deli gönül
bak gelip geçiyor ömür
uslan artık deli divane gönül
dünya sana kalır sanma
geleceği dünden sorma
hergün gördügün rüyayı
aldanıp da hayra yorma gönül
hepimiz bir misafiriz
zaman gelince göçeriz
ecel acı can alırken
her şeyimizden geçeriz gönül
uslan artık deli gönül
bak gelip geçiyor ömür
uslan artık deli divane gönül
gönül, derdin hiç bitmiyor
yediğin darbelere bak
bu da mı sana yetmiyor gönül
her çiçekten bal alırsın
her gördügünle kalırsın
sen kendini ne sanırsın
belki birgün uslanırsın gönül
uslan artık deli gönül
bak gelip geçiyor ömür
uslan artık deli divane gönül
dünya sana kalır sanma
geleceği dünden sorma
hergün gördügün rüyayı
aldanıp da hayra yorma gönül
hepimiz bir misafiriz
zaman gelince göçeriz
ecel acı can alırken
her şeyimizden geçeriz gönül
uslan artık deli gönül
bak gelip geçiyor ömür
uslan artık deli divane gönül
kuş sesleri
Hayatta bazen, saray bahçesindeki tel örgülere takılan güvercin gibi hissedilen anlar vardır. Aslında uçabilecekken, o kabiliyet size bahşedilmişken, ayağınıza takılır bir şeyler. Etrafınızdaki güzelliği görürsünüz ama bir el, kutlu bir el sizi çekip kurtarana kadar çırpınmak, acı verir. Yine de, kanat seslerinizi duyan olacaktır elbet. Çünkü çırpınmakla kurtulunmaz, ama kurtulanlar kanat çırpanlardır.
Uçun kuşlar, uçun doğduğum yere..
Ekim 12, 2012
Allah'ın sevgili kuluysam demek ki
Bugün derste öğrencilerimden biri, "Hocam arabamın bagajından bir şey getirebilir miyim?" dedi. Peki dedim. Geri geldiğinde elinde bir kasa Niğde gazozu vardı. Sınıftakilere dağıttı, dersimizi işledik. Sonra ders bitti. İşte benim hikayem.
Ekim 10, 2012
Beleğa’l-ulâ bi kemâlihî
Beleğa’l-ulâ bi kemâlihî
Keşefe’d-dücâ bi cemâlihî
Hasünet cemîu hısâlihî
Sallû aleyhi ve âlihî
http://youtu.be/qGTAfR88kbg
Keşefe’d-dücâ bi cemâlihî
Hasünet cemîu hısâlihî
Sallû aleyhi ve âlihî
http://youtu.be/qGTAfR88kbg
Eylül 30, 2012
şeytan ayrıntıda gizlidir
"şeytan ayrıntıda gizlidir" lafının aslının medeniyetimizin âdeti gereği çok daha zarif bi şekilde söylendiğini yeni öğrendim. şubat dizisinden öğrenmiş oldum bi şekilde, ilgililere tişikirlir.
"ifrit, teferruatta mahfuzdur."
bunu elzem olan zarafette yazamadım ama, not olarak yazmış olayım dedim en azından.
"ifrit, teferruatta mahfuzdur."
bunu elzem olan zarafette yazamadım ama, not olarak yazmış olayım dedim en azından.
Eylül 23, 2012
Eylül 20, 2012
anlaşılan o ki pek anlaşamamışsınız
Öğretmenlik mesleğine adım attığımdan beri kendimde de çevremde de gözlemlediğim çok önemli bir sorun var. İnsanlar bir konu anlattıklarında, kendilerine bahşedilen, emanet edilen bilgiyi karşıya aktarmaya çabaladıklarında, ağızlarından “Anladın mı?/Do you understand me?” sorusu çıkıveriyor. Başıma gelmişliği, sonradan düzeltmişliğim var. (İngilizcesini yazdım çünkü İngilizce konuşurken durum daha vahim olabiliyor ve ben İngilizce öğretmeniyim.)
"Anladın mı?” sorusunun iticiliği karşısında tüylerim diken diken oluveriyor. Oysa bir şey anlatırken karşıdakinden bir geri bildirim almak ihtiyacını herkes hissedebilir. Konuyu aklınızda aşamalara bölmüşsünüzdür ve bir aşamanın sonunda, ilerleyebilmek, bir sonraki aşamaya geçmek için o bilgiyi hakkıyla anlatıp anlatmadığınızı teyit etmeniz gerekir. Bu soruyu samimiyetle sorduğunuzda, karşınızdaki kişinin gözlerinden, yüz ifadesinden anlarsınız konunun anlaşılıp anlaşılmadığını. Laf olsun diye sorulmaz yani bu soru. Bir nevi “kem küm” ifadesi değildir, size zaman kazandırmaz. Çok kullanırsanız anlamını yitiren söz öbeklerinden oluveriyor kendisi çünkü.
Peki “Anlatabiliyor muyum?” sorusunun bundan farkı ne? Maksat bilginin aktarıldığı kişiye sormaksa, “Anladın mı?” sorusunun ne mahzuru var denilebilir. Bu iki sorunun arasında kocaman bir kültür, edeb farkı yatıyor sanki. Karşısındaki insanı kendi egosuna rakip görmeyen, bilginin kendisine ait olmadığını bilen, anlaşılmayan bir husus varsa ilk olarak kusurun kendisinden kaynaklandığını düşünen biri, “Anlatabildim mi?” diyecektir. Ama maalesef günümüzün “ben her şeyi bilirim, bu işin uzmanıyım, üstelik senden üstünüm, kusuru önce kendinde ara” insanı için ikinci seçenek çok daha uygun.
Bilmem anlatabiliyor muyum? / Do I make myself clear?
"Anladın mı?” sorusunun iticiliği karşısında tüylerim diken diken oluveriyor. Oysa bir şey anlatırken karşıdakinden bir geri bildirim almak ihtiyacını herkes hissedebilir. Konuyu aklınızda aşamalara bölmüşsünüzdür ve bir aşamanın sonunda, ilerleyebilmek, bir sonraki aşamaya geçmek için o bilgiyi hakkıyla anlatıp anlatmadığınızı teyit etmeniz gerekir. Bu soruyu samimiyetle sorduğunuzda, karşınızdaki kişinin gözlerinden, yüz ifadesinden anlarsınız konunun anlaşılıp anlaşılmadığını. Laf olsun diye sorulmaz yani bu soru. Bir nevi “kem küm” ifadesi değildir, size zaman kazandırmaz. Çok kullanırsanız anlamını yitiren söz öbeklerinden oluveriyor kendisi çünkü.
Peki “Anlatabiliyor muyum?” sorusunun bundan farkı ne? Maksat bilginin aktarıldığı kişiye sormaksa, “Anladın mı?” sorusunun ne mahzuru var denilebilir. Bu iki sorunun arasında kocaman bir kültür, edeb farkı yatıyor sanki. Karşısındaki insanı kendi egosuna rakip görmeyen, bilginin kendisine ait olmadığını bilen, anlaşılmayan bir husus varsa ilk olarak kusurun kendisinden kaynaklandığını düşünen biri, “Anlatabildim mi?” diyecektir. Ama maalesef günümüzün “ben her şeyi bilirim, bu işin uzmanıyım, üstelik senden üstünüm, kusuru önce kendinde ara” insanı için ikinci seçenek çok daha uygun.
Bilmem anlatabiliyor muyum? / Do I make myself clear?
Eylül 12, 2012
Eylül 07, 2012
Roma kralı Neron'a egosavar mahiyette mektup
Dört sene evvel okuduğum "Quo Vadis" romanının sonlarında bir mektup vardı. Roma'yı yakan kral Neron'a, "zarafet hakemi" lakaplı, piyasada sanattan en çok anlayan kişi olduğu için büyük saygı duyulan devlet adamı Petronius'un ağzından yazılmıştı. Roman boyunca Neron'un sanattaki ısrarından ve kabiliyetsizliğinden çok çeken, müthiş keskin zekası sayesinde kelleyi kaybetmeden idare eden Petronius, en son bir mektupla veriyordu ayarı! Ben de çok severim böyle ayarlı atarlı şeyleri, yalan değil. Petronius karakterine de hayran olmuştum zaten. Üşenmeyip bir kağıda not almışım bu mektubu. Yıllar sonra bulup mutlu oldum. Gerçi bazı tam anlayamadığım cümleler oldu, çeviriden belki, ama çok mühim değil.
Neron'u dövse daha iyi olan mektup şöyle:
**
"İmparator'um, geleceğim günü sabırsızlıkla beklediğini, vefalı bir dost kalbiyle gece gündüz bana iştiyak çektiğini biliyorum. Sevgini ispat için beni hediyelere gark etmek, muhafızların komutanı yapmak, Tigellinus'u da tanrıların kendisi için mukadder kıldığı yere, yani Domitius'un zehirletilmesinden sonra sana miras kalan arazinin katır çobanlığına tayin etmek niyetinde olduğunu da biliyorum. Fakat Hades aşkına ve oradaki ananın, zevcenin, biraderinin, üvey oğlunun ve Seneca'nın ruhlarına yemin ederim ki davetine icabet edip yanına gelemeyeceğim. Hayat çok kıymetli bir hazine, ben o hazinenin en değerli cevherlerini seçip aldım. Fakat hayatta öyle şeyler var ki, ben bunlara tahammül edemiyorum. Ananı, kardeşini, karını öldürdüğün, Roma'yı yakıp mahvettiğin, memleketin bütün şerefli insanlarını Erebos'a gönderdiğin için sakın öfkelendiğimi zannetme! Hayır! Ey Kronos'un torununun torunlarından olan imparator, ölüm beşerin alınyazısıdır, zaten senden başka ne beklenebilir ki! Fakat şarkılarınla kulaklarımı daha fazla tahriş etmeye, kuru bacalarının üstündeki Domitien karnınla raksedişini iğrene iğrene seyretmeye, şiir okuyuşunu dinlemeye, oyunlarına, inşatlarına, ey kenar mahalle şairi, dinlemeye artık tahammülüm kalmadığı gibi, bende ölüme karşı bir iştiyak bile uyandırdı. Seni dinlerken Roma kulaklarını tıkıyor, cihan seninle alay ediyordu. Bense artık daha fazla hacalete dayanamayacağım. Vakaa cehennem bekçisi üç başlı köpek Serberus'un havlamasında, senin şarkı söyleyişine benzer cihetler olabilirse de hiçbir vakit bu hayvandan hoşlanmadığım için, onun sesinden dolayı utanç duymaya lüzum görmeyeceğim için o köpek beni pek rahatsız etmiyecektir. Sana afiyet temenni ederim, fakat şarkı söyliyeyim deme! Cinayet işle, fakat şiir yazma! İnsanları zehirle, fakat raksetme! Şehirleri yak, fakat saz çalma! İşte zarafet hakemi sana bu temennilerde bulunuyor ve son olarak bu dost öğütünü veriyor."
Petronius
**
"İmparator'um, geleceğim günü sabırsızlıkla beklediğini, vefalı bir dost kalbiyle gece gündüz bana iştiyak çektiğini biliyorum. Sevgini ispat için beni hediyelere gark etmek, muhafızların komutanı yapmak, Tigellinus'u da tanrıların kendisi için mukadder kıldığı yere, yani Domitius'un zehirletilmesinden sonra sana miras kalan arazinin katır çobanlığına tayin etmek niyetinde olduğunu da biliyorum. Fakat Hades aşkına ve oradaki ananın, zevcenin, biraderinin, üvey oğlunun ve Seneca'nın ruhlarına yemin ederim ki davetine icabet edip yanına gelemeyeceğim. Hayat çok kıymetli bir hazine, ben o hazinenin en değerli cevherlerini seçip aldım. Fakat hayatta öyle şeyler var ki, ben bunlara tahammül edemiyorum. Ananı, kardeşini, karını öldürdüğün, Roma'yı yakıp mahvettiğin, memleketin bütün şerefli insanlarını Erebos'a gönderdiğin için sakın öfkelendiğimi zannetme! Hayır! Ey Kronos'un torununun torunlarından olan imparator, ölüm beşerin alınyazısıdır, zaten senden başka ne beklenebilir ki! Fakat şarkılarınla kulaklarımı daha fazla tahriş etmeye, kuru bacalarının üstündeki Domitien karnınla raksedişini iğrene iğrene seyretmeye, şiir okuyuşunu dinlemeye, oyunlarına, inşatlarına, ey kenar mahalle şairi, dinlemeye artık tahammülüm kalmadığı gibi, bende ölüme karşı bir iştiyak bile uyandırdı. Seni dinlerken Roma kulaklarını tıkıyor, cihan seninle alay ediyordu. Bense artık daha fazla hacalete dayanamayacağım. Vakaa cehennem bekçisi üç başlı köpek Serberus'un havlamasında, senin şarkı söyleyişine benzer cihetler olabilirse de hiçbir vakit bu hayvandan hoşlanmadığım için, onun sesinden dolayı utanç duymaya lüzum görmeyeceğim için o köpek beni pek rahatsız etmiyecektir. Sana afiyet temenni ederim, fakat şarkı söyliyeyim deme! Cinayet işle, fakat şiir yazma! İnsanları zehirle, fakat raksetme! Şehirleri yak, fakat saz çalma! İşte zarafet hakemi sana bu temennilerde bulunuyor ve son olarak bu dost öğütünü veriyor."
Petronius
**
(MEB yayınları, sayfa 710-711)
Ağustos 26, 2012
kibrin oku sinem deler
insanın içindeki dışarıya karşı saklayamadığı en bariz şey kibir. belki de tek şey. şehvetini, cehaletini, içindeki boşlukları çok güzel saklar da kibrini saklamak mümkün olmaz. güzel bir iş yapıyor, güzel bir söz söylüyor olsa da çok güzel görünen ama kötü kokan bir yemeğin tadının kalmaması gibi, o kibir de sirayet eder karşıdakine ve tat bırakmaz. o kokudan habersiz, dışarıdan nasıl göründüğünü düşünen insan fark edemez durumu, insanlar yiyecek zanneder.
kibri bu kadar çıplak bırakan şey belki diğerlerinin de benlik sahibi olmalarıdır. benlik ortak kabul etmez. "bende olan onda da olsun" demez. hatta "bende olan onda olmasın" der direkt. "bende şu var, sende yok" diye sessiz olsa da bas bas bağıran kişiye "hayır sende de yok" der benlik ve buna delil arar. o delili bulması da zor olmaz. "ben şuyum" diye bağıran kişinin o olmadığını kanıtlamaya çalışırsın ister istemez. ama kendi halinde duran kişinin ne olup olmadığını sorgulamazsın pek. belki de o yüzden insanın içindeki diğer kirler o kadar da dikkat çekmezler. kibir karşıdakinin damarına basıp, onu sana karşı saldırıya geçirtmektir bir nevi.
bu durumda insanların kibrine tahammül edebilmenin yolu ya kendi benliğini bırakmak yada sevmektir.
niye soldaki geri zekalıyı değil de iron man'i tercih ederim? her ikisi de eşit derecede kibirli belki de. ama kaptanın her hali sinirimi bozarken iron man'in kibirli halleri aksine hoşuma gider. birçok nedeni vardır ama konuya örnek olabilecek iki şey geldi aklıma; bir, hayranlık uyandırıp kendi benliğimi devre dışı bırakması. iki, seviyor olmam. hayranlık uyandırmak "bende var ama sende yok" diyen adama eyvallah dedirtiyor, benliği aradan çıkartıyor. iron man'i oto sanayideki kaynakçı olarak görüp şu saygıyı duymasaydım "adam mısın lan" diyebilirdim. kibirde zirve olmuş kişilerin peşinden gidenler, duydukları hayranlıktan ve saygıdan ötürü öyleler belki.
diğer ihtimal hakkında söylenecek pek bir şey yok. sevince kötü şeyler bile sevimli geliyor. behzat ç. birçok açıdan kötü bir karakter olarak kurgulanmasına rağmen bu kadar seviyor oluşumuz gibi. başka bir karakter aynı şeyleri yapmış olsa "vay şerefsiz" derdik.
insanların kibrine tahammül edebilmenin yolu ya kendi benliğini bırakmak yada sevmektir dediydim. bu nasıl mümkün olur bilmiyorum. uzun vadede mümkün görünüyor belki ama şimdi zor. çünkü kötü kokan her yemek iştahı da kesiyor. kibir içeren her şey sevgiyi baltalıyor, kendinden soğutuyor. zehir panzehire baskın çıkabiliyor. bunca kibri içinde eritebilecek sevgiye kadeh olacak temizlikte bir kalbi ara ki bulasın. herkesin aniden ermesini bekleyemeyeceğin için "ben bir benliğimi öldürüp de geleyim,siz bekleyin burada" diyip kaçasın geliyor. çünkü gerçekten çok sıkıcı burası.
Schopenhauer'un kirpi örneğindeki gibi gel git yaşıyorsun. “Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilem, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü." Sonra ulaşılan denge hali de mesafeli oldu. Tam bir kardeşlik,arkadaşlık vs olmadı. Başka oklar olunca görmezden gelmek daha mümkün oluyor ama en zoru kibir oku herhalde. Kendi okunu dahi kıramadıysan başkalarının oklarına tahammül edemiyorsun.
"İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız."
(Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56)
bu okları kırmadan nasıl birbirimize yaklaşıp sevebileceğiz, iman edeceğiz?
kibri bu kadar çıplak bırakan şey belki diğerlerinin de benlik sahibi olmalarıdır. benlik ortak kabul etmez. "bende olan onda da olsun" demez. hatta "bende olan onda olmasın" der direkt. "bende şu var, sende yok" diye sessiz olsa da bas bas bağıran kişiye "hayır sende de yok" der benlik ve buna delil arar. o delili bulması da zor olmaz. "ben şuyum" diye bağıran kişinin o olmadığını kanıtlamaya çalışırsın ister istemez. ama kendi halinde duran kişinin ne olup olmadığını sorgulamazsın pek. belki de o yüzden insanın içindeki diğer kirler o kadar da dikkat çekmezler. kibir karşıdakinin damarına basıp, onu sana karşı saldırıya geçirtmektir bir nevi.
bu durumda insanların kibrine tahammül edebilmenin yolu ya kendi benliğini bırakmak yada sevmektir.
niye soldaki geri zekalıyı değil de iron man'i tercih ederim? her ikisi de eşit derecede kibirli belki de. ama kaptanın her hali sinirimi bozarken iron man'in kibirli halleri aksine hoşuma gider. birçok nedeni vardır ama konuya örnek olabilecek iki şey geldi aklıma; bir, hayranlık uyandırıp kendi benliğimi devre dışı bırakması. iki, seviyor olmam. hayranlık uyandırmak "bende var ama sende yok" diyen adama eyvallah dedirtiyor, benliği aradan çıkartıyor. iron man'i oto sanayideki kaynakçı olarak görüp şu saygıyı duymasaydım "adam mısın lan" diyebilirdim. kibirde zirve olmuş kişilerin peşinden gidenler, duydukları hayranlıktan ve saygıdan ötürü öyleler belki.
diğer ihtimal hakkında söylenecek pek bir şey yok. sevince kötü şeyler bile sevimli geliyor. behzat ç. birçok açıdan kötü bir karakter olarak kurgulanmasına rağmen bu kadar seviyor oluşumuz gibi. başka bir karakter aynı şeyleri yapmış olsa "vay şerefsiz" derdik.
insanların kibrine tahammül edebilmenin yolu ya kendi benliğini bırakmak yada sevmektir dediydim. bu nasıl mümkün olur bilmiyorum. uzun vadede mümkün görünüyor belki ama şimdi zor. çünkü kötü kokan her yemek iştahı da kesiyor. kibir içeren her şey sevgiyi baltalıyor, kendinden soğutuyor. zehir panzehire baskın çıkabiliyor. bunca kibri içinde eritebilecek sevgiye kadeh olacak temizlikte bir kalbi ara ki bulasın. herkesin aniden ermesini bekleyemeyeceğin için "ben bir benliğimi öldürüp de geleyim,siz bekleyin burada" diyip kaçasın geliyor. çünkü gerçekten çok sıkıcı burası.
Schopenhauer'un kirpi örneğindeki gibi gel git yaşıyorsun. “Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilem, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü." Sonra ulaşılan denge hali de mesafeli oldu. Tam bir kardeşlik,arkadaşlık vs olmadı. Başka oklar olunca görmezden gelmek daha mümkün oluyor ama en zoru kibir oku herhalde. Kendi okunu dahi kıramadıysan başkalarının oklarına tahammül edemiyorsun.
"İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız."
(Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56)
bu okları kırmadan nasıl birbirimize yaklaşıp sevebileceğiz, iman edeceğiz?
neyne'l yakîn?
filmin konusunu bildin ilme'l-yakîn
filmi seyrettin ayne'l-yakîn
filmde oynadın hakka'l-yakîn
ben sade örneği bilip gerisine temas etmem, neyne'l yakîn?
orasını bilemiyorum. pek de yakîn olmasa gerek.
filmi seyrettin ayne'l-yakîn
filmde oynadın hakka'l-yakîn
ben sade örneği bilip gerisine temas etmem, neyne'l yakîn?
orasını bilemiyorum. pek de yakîn olmasa gerek.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)